Bu Blogda Ara

16 Aralık 2009 Çarşamba

Çin Günlerine Devam


Macau

Bundan 4-5 sene evel National Geographic' te belgesel izlerken görmüştüm, adamlar Venedik şehrini koca otelin içine yerleştirmişler, kanallarda tıpkı Venedik' te dolaşır gibi gondol gezisi yapıyorsunuz. Müthiş bir lüks, akıllara seza büyüklükte bir otel ve içinde dünyanın en bilinen ve pahalı markalarına ait mağazalar arasında dolanırken, buradan dünyanın en büyük casino' suna geçip, canlı veya makinelerde istediğiniz herhangi bir oyunu oynayabiliyorsunuz. Belgeseli izledikten sonra acaba buralara gidip görebilecek miyim diye içimden geçirmiştim. Çok şükür bugünleri de gördük..
Macau Uzakdoğu' nun Las Vegas' ı. Aynı Hong Kong gibi Çin' e bağlı, fakat özerk bir yapısı var. Kendi para birimi ve vatandaşlarının da Çin' den ayrı pasaportu bulunuyor. Feribota binmeden önce ve indikten sonra gümrük geçişi yapıp pasaport kontrolüne giriyorsunuz. Türk vatandaşlarına vize uygulamayan ender yerlerden..Las Vegas' ta bulunan Wynn, Venetian, Sands, Hard Rock Hotel gibi oteller buraya da kurulmuş, amaç aynı: kumar. Hong Kong' dan bizdeki deniz otobüslerinin aynılarıyla 1 saatlik yolculuk sonrası Macau' ya ulaşıyorsunuz. İndiğiniz yerden ister taksi ile, ister burada yer alan otel shuttle' ları ile istediğiniz otele geçebiliyorsunuz. National Geographic kanalında izlediğim o nefes kesici görüntüler sonrası biz Venetian' a gittik.
Shuttle otelin arka kısmına gelip yolcu indirdiğinden önce pek etkileyici bir görüntü almadık, fakat otele girdiğimizde ağzımız açık kaldı resmen. Bir resepsiyon girişi yapılmış, bir oymalar, bir kakmalar, bir varaklar kafayı yersiniz. Resepsiyondan casino geçisine kadar olan yüksek tavanlı ve geniş koridor tamamen eski tip sütunlardan, tavanda fresklerden ve altın varaklardan oluşuyor. Yerdeki halılar basmaya kıyamayacağınız cinsten. Koridor boyunca sağlı sollu pahalı saat markalarının mağazaları ile mücevheratçılar bulunuyor. Casino dan içeri girdiğimizde, kalabalığa inanamadık. Bu kadar çekik bir araya nasıl ve nereden toplanmış, inanılır gibi değil..
Unutmadan söyleyeyim, Çin' lilerin önüne gelen her yere tükürme huyu, bu ihtişamlı yapıdan etkilenmiş değil :) Adamlar ve kadınlar yanınızdan geçerken "khhaaahhkkhh" yapıp, genizden çektiği sıvıyı aynen yere bırakıveriyor. Otelin içiymiş, lüks mağaza önüymüş, yerde halı varmış, umuru değil..Neyse bu sevimsiz konuyu geçip, Macau' daki otel içi Venedik' ten bahsedelim.
İnanılmaz ama resmen bildiğiniz Venedik otelin içinde yer alıyor. Venedik' te bulunan tarihi yapılar, meydan, bizim cumbalı evlerin benzerleri, kanallar, kanallarda gidip gelen ve turist gezdiren gondollar ve hatta öyle ki gökyüzünü bile bulutlarıyla birlikte yapay olarak buraya yerleştirmişler. Gerçekten inanılmaz, kafayı yedik. Belgeselde izlerken bu kadar etkileyici gözükmüyordu ama canlı görmek, ooooffff!! diyorum.
Ne yazık ki biz ağzı açık ayran budalası gibi sağa sola bakarken saatin nasıl geçtiğini anlamadık ve gondolların kanallarda gezinti saatini geçirdik, malesef kanallar gezisi yapamadık..Kanalların iki yanında bulunan yapıların önü yürüyüş yolu, bu yol boyunca da kanalın sağ ve sol taraflarında bildiğiniz-bilmediğiniz bir sürü mağaza bulunuyor. Herkes bir alışveriş halinde. Kanal etrafı daha ulaşılabilir fiyatlarda mağazalardan, kafe ve restoranlardan oluşmakta, fakat kanallardan içerilere saptığınızda ihtişamlı granit koridorlarda Prada, Cartier, Christian Dior, Louis Vuitton, Neimann Marcus, Brooks Brothers, Etro, Brioni gibi ulaşılması güç lüks markalar yer alıyor. Bu koridorlarda dolaşmak, alışveriş edemeseniz bile son derece keyif verici.
Saatlerce o koridor senin bu koridor benim dolanıp, bir sürü fotoğraf çektikten sonra yorgun argın yemek için kendimizi bir restorana attık. Oturup güzelce karnımızı doyurduktan sonra biraz daha dolandık ve feribot dönüş saati yaklaştığından çıkışa doğru yollandık. Otelden ayrılırken hala daha arabanın camından otelin fotoğraflarını çekmeye devam ediyordum..

24 Kasım 2009 Salı

Ve Çin


Guangzhou

Aslında Macau yu anlatacaktım fakat Çin bir adım öne geçti. Hep anlatırlar ya, Çin' de sokaklarda böcek kızartılırmış, köpek eti yerlermiş, çekirgeleri çekirdek niyetine çitletirlermiş vs. diye, gitmeden önce bizim de nasıl görüntülerle karşılaşacağız, ne yiyip içeceğiz şeklinde endişelerimiz vardı haliyle. Hong Kong' dan Guangzhou şehrine geçmek için trene bindiğimizde neyle karşılaşacağımızı bilmemenin sıkıntısı daha da artmıştı. Bayıcı domuz gribi evraklarını trende de doldurup pencereden etrafı seyretmeye koyulduk.
Etraf son derece gelişmiş gözüküyor, sürekli fabrika, gökdelen kombinasyonunda gelişen bir seyir izlemekteyiz. Arada tarlalar, ekili alanlar, ormanlar, müstakil evler gözükse de ağırlık fabrika/gökdelen aralığında seyrediyor. Tren aslında düşündüğümüzden yavaş çıktı, nedense hızlı tren seferi kaldırılmış. Belki de sadece dünyanın en büyük ticaret fuarı olarak kabul edilen Canton Fair zamanında hızlı tren çalışıyordur bilemiyorum, fakat yanımızdan birkaç tane hızlı tren geçip gitti. Ülkenin güney/güneydoğu kısmı iç kesimlerine göre çok daha gelişmiş. Özellikle Hong Kong a yakın olan Shenzhen, Guangdong ve dünyanın en büyük ticaret fuarı olarak bilinen Kanton Fuarının düzenlendiği Guangzhou şehri oldukça gelişmiş ve büyük. Tabi yine bilenlerin söylediklerini anlatıyorum..
2 saatlik yolculuğun ardından istasyona giriş yaptık ve trenden indiğimizde boğucu bir hava ile hafif de olsa enteresan bir yağ kokusu yüzünüze çarpıyor. Çin' e gittiğinizde yanınızda mutlaka gideceğiniz yerlerin Çince yazılı olduğu bir kağıt bulunmalı. Çünkü hiçbir taksici, sokaktaki hiçbir insan evladı İngilizce bilmiyor. İstasyon çıkışı bindiğimiz taksiciye, otelin adresini Çince yazılı olarak uzattık ve adam sessizce yola koyuldu. Dikkatimi çekti de beğenmediğimiz Çin' deki taksilerin tamamı orta üst sınıf sedanlar. Hyundai Sonata, Kia nın TR de bulunmayan büyük sedan modelleri, daha önce hiç görmediğim amblemli Amerikanları andıran Çin malı büyük arabalar taksileri oluşturuyor. Bir de 70 lerdeki Volkswagen Santana' lar da orada taksi olarak kullanılıyor.
Bizdeki gibi ufacık Siena, Clio gibi rahatsız arabalardan eser yok. Ayrıca klima ful açık, taksiye biner binmez İngilizce yazılı ekranı olan taksimetrede tüm bilgileri görüyorsunuz. Düşünsenize şoför İngilizce bilmiyor ama taksimetre İngilizce ekranlı..Yolculuk bitiminde adam bir tuşa basıyor ve satış fişi elinizde, yalan dolan, kaçak göçek yok, neyse o..
Yarım saatlik bir yolculuk sonrası otele geldik. 4 yıldızlı otel şehrin içinde sanki bir vaha. Otantik ve şirin bir bahçesi bulunuyor, bu bahçeye büyük ve tarihi bir kapıdan geçerek giriyorsunuz. Hatta böyle bir giriş görünce bir an bungalov tarzı bir yapıda kalacağımızı zannettim fakat yolun sonunda bildiğimiz otel binasına vardık. Odamız ödediğimiz paraya göre şaşırtıcı derecede büyük, hatta bildiğimiz suit oda. Otelin tek falsosu bir masa kadar sert olan yataklardı.
Şehri genel yerleşim yapısına bakarak Ankara' ya benzettim. Bununla birlikte Çin' i iyi bilenler Shanghai şehrinin İstanbul, Pekin' in ise Ankara olarak düşünülebileceğini söylüyor. Daha oralara gitmedik işte arkadaşım, gördüğümüz yerleri benzetiyoruz!Ortam çok gelişmiş, her taraf gökdelen ve yüksek bina dolu. Çin malı arabaların yanında çok sayıda Audi, Mercedes, BMW, VW bulunuyor.
McDonalds ve KFC buraları kapatmış diyebiliriz, her yerde varlar. Tek tük de olsa Starbucks da buradaki yerini almış. Hayat çok ucuz, taksiyle Levent' ten Taksim' e gitme mesafesi kadar yol yapıyorsunuz, 3-4 TL arası tutuyor. Neredeyse benim içine sığabileceğim büyüklükte bir bavul satın aldık, 45 TL verdik. Alışveriş de bir o kadar ucuz, New Balance mağazasına giriyorsunuz, burada 140 TL olan ayakkabılar orada 55 TL, Converse lerin envayi çeşidi var, en pahalısı 60 TL. Eğer bu markaların çakmalarını almak istiyorsanız onlar sudan ucuz, pazarlık gücünüze bağlı olarak 15-20 TL ye istediğiniz kadar alabilirsiniz.
Kadınlar bu şehirde delirebilir, tekstil toptancıları bölgesinde 5 gün geçirdik, önümüze gelen herşeyi aldık. O kadar başarılı tasarımlar var ki, elbiseler, gömlekler, kabanlar, şallar nefis nefis..Toplam 95 kg bagajımız vardı, eğer taşıyabilecek olsak ve fazla bagaj parasının ağlatmayacağını bilsek 3 katını daha alırdık..
Şehrin ortasından Pearl River adlı nehir geçiyor. Zaten ülkenin güneydoğu uç bölgesini de bu nehrin deltası üzerine kurmuşlar. Bir akşam ne menem şeymiş bu nehir diye gidip tekne turu yaptık. 16. yy dan fırlamış gibi duran Portekiz açıkdeniz keşif teknelerinden birinin en üst kısmında sandalyelerimize kurulup bir saatlik gezinin keyfini çıkardık. İlk kez hafiften serin bir esinti, o boğucu sıcaklardan sonra o kadar iyi geldi ki..Anonslar tamamen Çince idi ama olsun ne yapalım. Nehrin iki yanında insanı etkileyen gökdelenlerden geçilmiyor ve üzerlerinde oldukça büyük led ekranlarda reklamlar..Her yer ışıl ışıl, insanın gözü kamaşıyor resmen. Bir de nehri boydan boya geçen, bizim Boğaz Köprüsünü andıran, yine çok güzel aydınlatılmış köprüyü görüyorsunuz. Rehber kızımız gezi boyunca anlattıkça anlattı hiç susmadan ama bir de anlasak..Tablo gece çok renkli fakat nehri bir de gündüz görseniz, renk sütlü nescafe kıvamında, o etkileyici tablo bir anda uçup gidiyor haliyle. Bizim boğazın gözünü seveyim..
Haydi bakalım, Macau ya geçiyoruz o zaman :)


27 Ekim 2009 Salı

Hong Kong Peak

Hong Kong günlerine devam ediyoruz.Adından da anlaşılacağı üzere, şehrin en tepe noktası burası. Deniz seviyesinden tam tamına 552 metre yukarıdasınız. Manzara süper, şehir 360 derece görülebiliyor, gündüz ayrı güzel, gece ise şehrin ışıklı hali bir başka güzel gözüküyor.
Gittiğimiz gün çok tesadüfi bir şekilde Çin Halk Cumhuriyeti' nin kuruluş gününe denk geldik ve resmi tatildi. Haliyle oldukça fazla sıra vardı. Yarım saate yakın bekleme süresi sonunda içeri girdik. Gişede gidiş dönüş mü yoksa tek gidiş mi şeklinde bir soru gelince önce afalladım, bir an gişedeki çekik kamile "kardeşim Hezarfen Ahmet Çelebi miyiz yukarıdan uçarak mı aşağı ineceğiz" diye sorsam mı dedim ama sonra vazgeçip gidiş dönüş bilet aldık. Bu sorunun neden sorulduğunu yukarı çıktığımızda anladık tabi. Dönüşte öyle bir sıra var ki, gerçekten uçarak dönmek isteyebilir insan. Neyse ki karayolu ile de ulaşım var buraya, taksi veya iki katlı Londra otobüsleri ile dönülebiliyor. Haliyle dönerken o sırayı beklemeyip karayoluyla dönmeyi tercih ettik.
Neyse devam edelim biz, gişeyi geçtikten sonra 10 metrelik bir koridoru sağlı sollu kullanarak minyatür bir müze oluşturduklarını görüyorsunuz.
1888 yılından beri Peak Tram adını verdikleri cable car/tramvay benzeri araç sizi yukarı taşıyor, bu müze de kuruluşundan bugüne kadar olan süredeki gelişimi yansıtmaya çalışıyor. Sistem bizim Tünel veya Kabataş' ta kullanılan füniküler sistemin aynısı. Müzede insan gücüyle taşınan tek ve çift kişilik kabinlerden eşeklere geçiş, ardından ilk tramvayın kullanımına başlanması, bu tramvayın teknolojik gelişimi, kıyafetler, fotoğraflar, kullanılan alet edavat vs. yer alıyor.
Tramvay ile yukarı çıkışta zaman zaman 70 derecelik eğimler bulunuyor, insan neredeyse yatar pozisyona geliyor. Yolculuk 2-3 dakika kadar sürüyor, sonrasında geniş bir alana varıyorsunuz. Bir tarafta 4 katlı bir AVM, diğer tarafta ise uzay gemisi benzeri bir yapı. Esas manzara bu yapının en üst noktasından, Sky Terrace denen yerden görülüyor ve bu en üst noktaya çıkış ekstra ücretli. Uzay gemisi görünümlü yapının esas feyz alındığı nesne bir wok tavası!! İçeri girip bitmek bilmeyen yürüyen merdivenleri aşarak kat kat yukarı doğru yol alıyorsunuz. Her bir katta hediyelik eşya dükkanları, restoranlar, mağazalar sizi bekliyor. Bitmeyecekmiş gibi gelen yukarı çıkma işi, bir gişe geçişi ile son buluyor. Sky Terrace adı verilen bölüme çıkış daha önce de söylediğim gibi ücretli, eğer aşağıdaki gişeden almadıysanız tüm o yolu geri dönüp yeninden almanız gerekiyor, aman dikkat..
Adamların kuruluş yıldönümü sebebiyle saat 20:00 de havai fişek gösterisi başlayacağını öğrenince, önce karnımızı doyuralım sonra da çıkıp havai fişekleri izleriz dedik. Bubba Gumba adlı karides restoranına yazıldık ve menüde gördüğümüz tereyağlı karidesten yemek öncesi ortaya sipariş verdik. Yahu bu nasıl bir lezzettir, gerçi mutlaka güzel yapan yerler vardır fakat benim denk geldiklerim içinde İstanbul' da veya Ege' de herhangi bir restoranda böyle tereyağlı karides yiyemezsiniz. Enfes enfes, yemek yerine 2 porsiyon daha söyleyip sadece bununla doydum resmen..Tavsiye ederim, yolunuz düşerse mutlaka deneyin.
Saat sekize yaklaşırken yemeği bitirip havai fişek gösterisini izlemek üzere yukarı çıktık ki gişede bir sıra, akıllara zarar. Güvenlik görevlileri yukarısının aşırı kalabalık olması gerekçesiyle insanları geçirmiyorlar. Bu anons sonrası büyük bir kısmı kös kös geri döndü, fakat yemezler. Benim gibi düşünen toplamda 10-12 çakal başladık güvenliği yormaya :) Ara sıra yukarıdan inen kişileri gösterip bak iniyorlar hadi al hadi al diye başının etini yemeğe başladık, adam sonunda pes etti ve yukarıdan inen oldukça sıradan yollamaya başladı. Ve sonunda yukarıdayız :)
Kalabalık adamların korktuğu kadar var, herkesin elinde fotoğraf makinesi, kameralar, bazıları profesyonel sanırım, ayaklı üst modeli makinelerini kurmuşlar. Aşırı bir insan topluluğu gerçekten, fakat manzara nefes kesici..Tam o sırada havai fişek de başladı, neyse ki çekiklerin alayı kısa boylu, arka tarafta da kalsak boy avantajıyla gösteriyi eksiksiz izleme imkanı bulduk. Yaklaşık 40 dk. kadar süren gösteri sonrası insanlar yavaş yavaş dağılmaya başladı. Tüm Hong Kong u esir alan Starbucks burada da yerini almış, bizde inip birer kahve içmek üzere buraya yollandık. Oturunca anladık ki bütün gün haldır haldır ordan oraya koşturmaktan yorgun düşmüşüz, birer puro yakıp, ayakları uzatıp dinlenmeye geçtik. İniş için kabus gibi çoğalan sırayı beklemeyip karayolunu tercih etmiştik hatırlarsanız, bakıyorum hemen unutuluyor :)
Bir sonraki gün, ver elini Macau, o da geliyor herşey sırayla..

22 Ekim 2009 Perşembe

Fashionable İstanbul


Uzakdoğu arası şu sıralar en çok ilgi çeken ve davetiyeleri karaborsaya düşen, milletin davetiye için sağı solu yorduğu, birbirini yediği bir defileden bahsetmeden olmaz tabi;
23-25 Ekim tarihleri arasında İstanbul Dolmabahçe Sarayı' nın hemen önünde denizin üstüne kurulacak platformda yapılacak defilelerde sanıyorum markalar anlamında bir ilk yaşanacak. Daha önce ülkemizde defile yapmayan Roberto Cavalli, Salvatore Ferragamo, Gianfranco Ferre, Vivienne Westwood ve Missoni markalarının koleksiyonları, dediklerine göre! dünyaca ünlü mankenler üzerinde sergilenecek, sonrasında da davetliler partileyecek. Tabi ki bu partileme esnasında çakalların alayı mankenleri nasıl indiririz peşine düşecek o ayrı :)
Partiler Cuma akşamı Reina, Cumartesi akşamı Les Ottomans ve Pazar akşamı Anjelique te olacak, aklınızda olsun.
Tekrar hatırlatayım, davetiyesiz girilmiyor, kapıda geri vites olmasın :)
Ayrıntılı bilgi için http://www.fashionableistanbul.com/en/

20 Ekim 2009 Salı

Hong Kong

Uzakdoğu seyahati çok keyifli geçti de,
şu domuz gribi evraklarını doldurmaktan içime fenalık geldi!!Benden size tavsiye, eğer 10 gün civarında bir seyahate çıkacaksanız ve 2-3 farklı ülke gezecekseniz mutlaka yanınızda kaleminiz olsun ve ilkokul günlerinizdeki kadar sık yazı yazmaya hazır olun..
Gelelim seyahate; uçak yolculuğu fazlasıyla bayıcı, iki film izliyorsunuz, yemekler, içecekler, kahvaltılar gelip gidiyor, uyuyorsunuz, uyanıp kitap okuyorsunuz ama 10 saat yol bir türlü bitmek bilmiyor. Şanslıydık ki THY nin filosuna yeni kattığı 3 kiralık Boeing 777 den biriyle uçtuk, her koltukta bulunan multimedya ekranı, diğerlerine göre nispeten daha rahat koltuklar olabilir ama, uzun yolculuklarda business ve first class uçmanın gerekliliğini ve ne kadar önemli olduğunu şahsen anlamış oldum. Hong Kong a iniş sonrasında bavullarımızı aldığımızda teknoloji kendini göstermeye başladı. Bavulları aldıktan sonra pasaport kontrolüne gitmek için metroya biniyorsunuz!
Pasaport kontrolünden geçtikten sonra Hong Kong üstadı arkadaşlarımızın tavsiyeleri üzerine taksiden çok daha hızlı, konforlu ve ucuz olan hızlı trene bindik. Tren 140 km hız yapıyor, bindikten tam 20 dk sonra şehir merkezindeydik. Şunu da hemen belirteyim, uçaktan inip havaalanından çıkıp gökyüzünü görene kadar tam 45 dk geçti, o kadar büyük bir yer :)
Aslına bakarsanız Hong Kong a gitmek üzere uçağa bindiğimizde, şimdiye kadar gördüğümüz resimlerden edindiğimiz fikirler ve hayal gücümüzün de etkisiyle çok gelişmiş, 8-10 şeritli yolları olan, ultra modern bir şehir bekliyordum. Gökdelenlerin fazlalığına bir diyeceğim yok fakat yollar, caddeler düşündüğümüzün tam aksine oldukça dar, bazı sokaklar sadece bir arabanın geçebileceği kadar. Mesela Times Square lafını duyunca insanın aklına New York modeli geniş bir meydan, ışıklı reklam tabelaları geliyor, fakat gittiğimizde gördük ki, herhangi bir apartmanın bahçesinden daha büyük olmayan bir meydan düşünün, arkasında da Akmerkez benzeri ama 7-8 katlı daha büyük bir AVM, zaten o ufacık alan da insan kalabalığından görünmüyor bile..
Bunda kara parçasının küçük, yerleşim ve nüfusun fazla olmasının etkisi büyük. Hong Kong 3 büyük adadan oluşan ama aslında toplamda 235 kadar adanın birleşiminden meydana gelen özerk bir bölge. Temelde Çin' e bağlı fakat kendi para birimi var, pasaportunuza Çin' den farklı olarak başka bir ülke gibi damga vuruluyor.
Hayat pahalı, gittiğimiz akşam Lan Kwai Fong denen bölgede bizim Nevizadeyi andıran barlar sokağı tipli bir yere gittik, sıradan bir Beyrut lokantasında yemek yedik ve İstanbul' da lüks bir restoranda ödenecek hesap kadar para ödedik.
Hava müthiş nemli ve sıcak, neyse ki heryerde klimalar son sürat çalışıyor. İnsan dışarıdayken klimalı bir ortama girdiğinde önce bir ürpermiyor değil, bana bile serin gelen yerler oldu düşünün, dede seni düşünemiyorum valla, zatülcempt falan olursun aman diyim atletini giy :)
Yiyecek sıkıntısı asla çekmezsiniz, aklınıza gelebilecek her türlü mutfak, ucuzundan pahalısına her tipi var, ayrıca uluslararası fast food zincirleri de mevcut. Bunun dışında Spaghetti House, Fat Angelos gibi bizim damak tadımıza uygun yerel yemek zincirleri de bulunuyor. Starbucks her yerde, hemen her köşede. Bir plazanın üçüncü katında, alakasız bir binada corner olarak beliriveriyor, resmen esir almış oraları.
Alışveriş ise hele bizim gibi meraklıysanız insanı çıldırtır. İstinye Park' ın meydan kısmında yer alan lüks markalar haricinde Salvatore Ferragamo, Chanel, Hermes, Hogan, Armani Exchange, Vilebrequin, Neimann Marcus gibi ülkemizde yer almayan markalar Hong Kong' un Pacific Place, Times Square, Elements vb. alışveriş merkezlerinde, bizim AVM lerdeki Zara, Mango, LTB gibi yanyana dizilmişler, insan görünce afallıyor. Özellikle Times Square ve civarında sayısız butik var. Causeway Bay ise Nişantaşı' nı andırıyor, her sokak boydan boya mağazalarla dolu.
Toplu taşıma müthiş, gerçi biz bir kere Peak dönüşü inanılmaz kalabalıktan yırtmak için bindik ama her an her yerde iki katlı otobüs var ve taksiler gibi ful klimalı. Bunun dışında adamlar üç büyük adayı bir metro sistemiyle öyle güzel bağlamış ki, yerin altına doğru inen ters apartman inşa etmişler resmen. 4 katlı bir metro düşünün, hangi bölgeye gidecekseniz krokiden bakıp ilgili kata inip oradan metroya biniyorsunuz. Gideceğiniz yer biraz uzakta mı? Dert etmeyin canım, aktarma yapacağınız noktalar her durakta, her yürüyüş yolunda ve her duvarda yer alan haritalarda belli, bir metrodan inip, ilgili kata geçip diğer bir metroyla gideceğiniz yere varıyorsunuz. Jeton almak için bizdeki gibi gişe yok, haritadan gitmek istediğiniz istasyonun ismine dokunuyorsunuz, ekranda fiyatı beliriyor, eğer birkaç kişi iseniz kişi sayısını da giriyorsunuz, ardından toplam bedeli makineye jeton atar gibi atıyorsunuz, biletler elinizde. Duraklarda metro bizdeki gibi rüzgarıyla birlikte 1 metre yakınızdan geçmiyor, duraklar camekan kafeslerle kaplı, metro durağa geldiğinde önce kafes kapıları açılıyor, sonra da metro kapısı açılıyor.
Metroya binerken durak duvarı ile metro arasında sadece 5 cm boşluk kalmış fakat ona bile yazılı, ışıklı, sesli uyarı yapılıyor. Metronun durağa yaklaşırken hangi taraftaki kapısının açılacağı bile hem ışıklı, hem yazılı hem de sesli olarak belli, olabilecek tüm uyarıcılar var. İnsan bu kadar uyarıcıyı karşısında görünce biraz aptala bağlıyor, mesela yürüyen merdivene bineceksiniz, tam adım atıyorsunuz hoparlörden lütfen trabzanı tutun diye anons yapılıyor, aynı anda trabzanın hemen yanında aynı uyarı ışıklı/yazılı olarak dikkatinizi çekiyor.
Taksiler müthiş konforlu, bizdeki gibi daracık Fiat Albea, Renault Clio gibi araçlara mahkum değilsiniz. Kurtlar Vadisindeki model, o işin bile ştandartı var :) Tüm taksiler LPG ile işleyen sedan Toyota, klima her zaman açık, 5 kişi rahat rahat sığıyor ve arka koltuk bacak aralığı son derece geniş, kocaman da bir bagaj.
Şehirdeki arabaların çoğu Japon markalarına ait bizde bulunmayan modeller. Toyota ve Nissan' ın enfes minibüsleri var. Infiniti ve Lexus dışında S Class Mercedes, 7 kasa BMW ler bizdeki Tofaş modelleri gibi her yerde. Lüks araba sanki bir ihtiyaç, olmazsa olmaz gibi, normal araba oldukça az var. Bir de dikkatimiz çeken şu oldu, gördüğümüz son model Porsche lerin hemen tamamında bayan şoförler vardı.
Şimdilik bu kadar genel bilgi yeterli zannediyorum, bir sonraki yazı konusu Hong Kong Peak :)

15 Ekim 2009 Perşembe

Bayram Gezmesi

Çeşme, Alaçatı ve 7800
Biraz geriden geliyorum aslında, yeni bayram geliyor, ben geçtiğimiz bayram tatilinde yaptıklarımızı anca anlatabiliyorum ama idare edin artık, bu aralar oradan oraya koşturmaktan yetişemedim yazı işine..Daha sırada Uzakdoğu var, oda gelecek merak etmeyin, sabır en büyük erdemdir :)
Malum bayram tatili bu sene hafta içine oturmadığından 4 gün ile idare etmek zorunda kaldık. Hiç aklımızda yokken çok yakın bir arkadaşım "biz İzmir' e gideceğiz, 1-2 gün kalmayı planlıyoruz, haydi siz de gelsenize" şeklinde bir teklifle gelince, kalbi kırılmasın! diye e iyi bari diyerek yancı modeli yazıldık.
Neredeyse bütün İstanbul-İzmir yolunun çift şerit haline gelmesi artık karayolu gidişini çok rahatlattı. Susurluk Outlet' e kadar geniş geniş gelip, birer tost atıp, üstüne de Starbucks kahveyi yuvarlayıp mola sonrası yola koyulduğunuzda 5.5 saat sonra ver elini İzmir. Bu arada çift şeritli gidiş gelişe duble yol deniyor ya, şu duble yol lafına da hastayım, rakı içer gibi ne demekse..Manisa' dan İzmir' e giden orman içi yolun bitiminde, tepeden İzmir gözlerinizin önüne yayıldığında, insanın içinde bir ferahlık hissi oluyor. Tepeden aşağıya doğru inerken yine bu İzmir tam yaşanacak şehir diye düşündüm. Hava her zamanki gibi yaz bitmesine rağmen son derece sıcaktı, gece boyu yolda olduğumuzdan aynen yatışa geçip dinlendik. Tabi bazı uykusuz arkadaşlarımız biz uyurken gene attı kendini sokağa o ayrı :) Günü İzmir' de sürterek geçirdikten sonra ertesi gün sabah kalkıp kahvaltıya Çeşme' ye yollandık.
Hıncal' ın favori mekanlarından Çeşme' ye gelmeden Zeytinler beldesindeki Hanedan isimli denemeye karar verdik. Aslında yol kenarında tam bir yol üstü esnaf lokantası görünümünde. Fakat otoparktaki araba kalabalığından ve arabaların markalarından meşhur bir yer olduğu anlaşılıyor. Hıncal yine haklı çıktı, gerçekten güzel bir kahvaltı yaptık, lavaşlar ve çiğ börek enfesti, mutlaka deneyin derim. Fiyatlar şaka gibi, İstanbul' da çok üst düzey diye geçinip, saçma sapan hesaplar ödemek zorunda bırakan yerlere, sıradan hatta standart altı kahvaltılara verdiğim paralara bir kez daha acıdım. Hanedan' a gitmek için, Çeşme otobanında giderken Çeşme' ye varmadan önce Zeytinler' den çıkınca gişelerden sonra sola dönün, 200 metre sonra solda göreceksiniz.
Kahvaltı sonrası 7800 Otel' e gitmeye karar verdik. Otele gelip arabadan indiğimizde şiddetli bir rüzgar bizi karşıladı. Ama hava çok güzel, ilk kez geldiğimiz otel de çok hoşumuza gitti. Yukarıda resmi görünen otel modern bir dekorasyon ile inşa edilmiş. Odaları görmedik fakat yaşam alanları, restoran ve bar kısmı ile çimlerin üzeri güneşlenme bölgesi, kumsal ve iskele oldukça şık olmuş. Resimde görünen havuz 36 derece termal su. Bir mekana gittiğimde en çok dikkat ettiğim yerlerden olan tuvaletler bile son derece güzel dekore edilmiş. Hemen paparrazziliğe başlayalım, otel sahipleri Gökhan Çarmıklı ve Siren Ertan bir köşede arkadaşlarıyla oturuyorlardı, GS yöneticisi Haldun Üstünel erkek arkadaşlarıyla güneşleniyordu. Biz de çimlerin üzerindeki şezlonglara güneşlenmek üzere attık kendimizi..
Aşırı rüzgar hava sıcaklığı yüzünden beni çok rahatsız etmedi, bütün gün güneşlendim diyebilirim, fakat arkadaşımız olan "dede" her zamanki gibi üşüdü :) Özellikle ben denize giriyorum dediğimde surat ifadesini görmeliydiniz :) Biz denize doğru giderken arkamızdan bu havada denize mi girilir, manyaksınız siz, zatürre olacaksınız vb. bilimum caydırıcı cümleleri kullanmaya devam ediyordu :) Dede bizi şaşkın gözlerle izlerken kendimizi suya attık zaten..Sezonun kapanışını yaparken nefis denizden çıkmak istemedim, 40 dk. kadar kiteboard yapanları izleyerek dalgalı denizde yatış yaptım.
Gün boyu 7800 de vakit geçirdikten sonra beraber geldiğimiz arkadaşımızın bir kız arkadaşı da Çeşme' deymiş, onlarla buluşmak üzere Çeşme' ye geçtik, bu arada benim karnım da acıktığından bir an önce Alaçatı' ya yemek için çökmenin peşindeyim haliyle. Yemek öncesi yeni tanıştığımız hanımefendi bizi nezaketle evine davet etti, ben çok aç olduğumdan önce yemek sonrası uğrayalım dedim ama evim Alaçatı' da, yürüyüş yolunun hemen arka sokağı diyince kıramayıp uğramaya karar verdik. Alaçatı' nın o dar arka sokaklarından arabayla girip, labirent gibi dolandıktan sonra eve ulaştık. Dışarıdan pek anlaşılmıyor fakat geniş kapıdan içeri girdiğinizde kısa süreli bir şaşkınlık ve sonrasında etkileyici bir görüntü karşınıza çıkıyor. Avlu benzeri bir genişlik, hemen sağ taraftaki minyatür havuz ile çok şirin olmuş. Endüstriyel tasarımcı olan ev sahibi hanım, her kadının içinde olan dekorasyon uzmanlığını da birleştirerek eskiden bildiğiniz ahır olan evi sıfırdan yaratmış. Yurtdışı seyahatlerinden topladığı değişik aksesuarlarla, dekorasyon malzemeleri ve materyallerle bir harman yapmış, sonuç çok değişik ve güzel olmuş. Yüksek tavanlar, büyük pencereler, ilginç mobilya detaylarıyla birleşmiş, modern bir salon görüntüsünden çıkıp bir odaya girdiğinizde yüksek ve tek parça şilteler sizi karşılıyor, eskiden anneanne ve babaanne evlerindeki yüklük kokusu burnunuza çarpıyor, insanın bir anda aklına çocukluk günleri geliyor, kendini şilteye atıp hoplayıp zıplayası geliyor. Üst katta büyük bir teras var ve House Cafe' lerdeki büyük masa modeli bir masa, ortam tam kalabalık grupla mangallık. Üst kattan merdivenle aşağı iniş ise yine bir şaşkınlığa sebep oluyor, hamam benzeri bir banyoya giriyorsunuz. Yıkanılan yerdeki mermer eskitilmiş görünümlü, duş perdesi ise sanki çuval..Bu değişik banyodan çıkınca ise yine avluya varıyorsunuz, kısa süreli bir şaşkınlık daha. Bu arada bir detay vereyim, avlunun üst duvarına çerçeve içinde bu taş evin yapımında kullanılan taşları kıran ustanın kullandığı çekiç asılmış. Evi "aaaa" sesleri eşliğinde dolaştıktan sonra müsade isteyerek yemeğe yollandık. Evden çıkıp binbir türlü ünlüyü görebileceğiniz sağlı sollu restoranların yer aldığı Alaçatı yürüyüş sokağına gelmek 15 saniye sürüyor, lokasyon gerçekten harika.
Sezon sonu olmasına rağmen bayram sebebiyle Alaçatı çok kalabalıktı, özellikle saat akşam 10 sularında hınca hınç oldu diyebilirim. Tuval' in olduğu bölgeden omuz omuza sürtünerek geçiliyordu. Senenin favorisi El Beso da, damak tadına çok güvendiğim bir arkadaşımın yine onun gibi gurme olan abisi tarafından övgüyle söz edilen rakılı dondurmayı denedim. Sonuç harika, mutlaka denemenizi isterim, hayal edilemeyecek kadar değişik ve güzel bir lezzet. İmkan olsa birkaç kilo alıp eve getirecektim, o derece güzel..Bu arada Paparrazziliğe devam, Haldun Üstünel ve kalabalık grubu El Beso da yemekte, Burcu Esmersoy yeni manitasıyla turluyor :)
Dondurmadan sonra kahveler bölgesinde oturup birşeyler içtik, sonra yine yemek öncesi evini ziyaret ettiğimiz hanım arkadaşımızla buluşup, onun tavsiyesi üzerine Nar isimli bir mekana gittik. Gitiğimizde boş olan mekan birdenbire kalabalıklaştı ve yine tanıdık simalar gözüktü, Kaan Urgancıoğlu arkadaş grubuyla bir köşede, Haldun Üstünel yine sahnede. Bu adam da bizi mi takip ediyor ne :)
En son Ağustos sonunda kendi aramızda bu sene ilk kez Çeşme' ye gitmedik diye konuşurken, yaz bitimi Eylül ortasında kendimizi yine çeşmede bulmamız seyahat dönüşü arabada esas konumuzdu. Ne yapıp edip yine Çeşme ye çöktük ya, artık ben daha ne diyeyim..Çeşme ertesi hemen bir gün sonra ise istikamet aynen Uzakdoğu, canım karım çektiğimiz resimlerin tümünü silmek suretiyle yok etti ama olsun, neyse ki cep telefonuyla da bir kaç kare çekmiştim..
HK ve Çin günleri azzzzz sonnnraaaaa :)

3 Eylül 2009 Perşembe

İlginç Bir Tasarım "A"

Montenegro keşfine çıktığımızda Kotor' a gitmek üzere etkileyici manzaralı körfezi arabayla dönerken, demirlemiş duran garip ama etkileyici motor yatı gördüğümde bu teknenin tasarımı ne kadar değişik olmuş, acaba kimin diye düşündüm kendi kendime. Bir kere gerçekten aşırı büyüktü ve tipiyle hakikaten çok dikkat çekiciydi. Gerçi bizim ekip benim kadar ilgilenmedi, acaba bana mı bu kadar etkileyici geldi onu da çözemedim ya neyse :) Hemen fotoğraf makineme sarılıp resimlerini çekmeye başlayınca bizimki klasik eleştirisini yapıştırmakta gecikmedi; öööfff yine gemi mi çekiyorsun!!! Haliyle hareket halindeki arabadan net resimler çekmeyi başaramadım ve mutsuz bir şekilde yolumuza devam ettik. Fakat ertesi gün ne oldu dersiniz? Sabah otelden çıkıp denize gitmek üzere merkeze indik ve bir de ne göreyim, aynı motor yat Dubrovnik Old Town açıklarında demirlemiş bana bakıyordu :) Büyüklüğü açısından bir fikriniz olsun diye yukarıdaki resmi özellikle seçtim, devasa cruise gemisi yanında nasıl da iri duruyor görüyorsunuz. Hemen arkadaki gezi teknesi ise onların yanında cüce gibi kalıyor..
Bu ilginç teknenin resimlerini çekerken bir yandan kimin olduğunu, diğer yandan da böyle ilginç bir tasarımın hangi zekanın ürünü olduğunu düşünüp duruyordum. Tam o sırada arka tarafındaki dümdüz yer yukarı doğru ağır ağır kalkmaya başladı ve içinden tekne sahipleri olduğunu tahmin ettiğim tipler jet skilere atlayıp turlamaya başladılar. Ben heyecanla bakın arkası açıldı diye telaşla tekneyi gösteriyordum ama bizim ekip yine "hıı evet" diyip manyak mı ne, tekne işte ne olacak bakışlarını bir kez daha yollayınca bende pısıp eh haydi denize gidelim bari diyerek oradan yollandım..
Akşam saatlerinde yine Old Town a yemek için inerken bu defa yine aynı teknenin gece halini görünce bu sefer ben sesimi çıkarmadım ama bizimkiler de etkilendi yaşasın :) Teknenin alt tarafından denize vuran parlament mavisi kuvvetli ışıklar o kadar güzeldi ki, paranın gücünü gece daha da fazla hissettiriyordu. Hemen yanında duran cruise gemisinin normalde sizi etkileyecek ışıklı hali, bu garip teknenin ışıltısı yanında sönük ve eski kalıyordu..
Akşam otele döndüğümüzde bilgisayarın yanından geçerken bizim Milo' nun kızının bıraktığı sayfa ekranında yine o tekneyi görünce açıkçası afalladım. Durup inceleyeyim dedim ama henüz Hırvatça' yı çözebilmiş değilim :) Fakat sitenin yapısından anladığım kadarıyla bir magazin internet sitesiydi ve tekne de ünlü birine aitti..
Ülkeye döndükten birkaç gün sonra yine tekne karşımdaydı; Habertürk gazetesinin Pazar ekinde dünyanın en büyük 10 teknesi konu yapılmış ve bizimki de 5 numarada yerini almıştı. Burada yer alan bilgileri yutup hemen nete yumuldum ve kısa bir araştırmadan sonra bu ilginç tekne hakkındaki bilgilere ulaştım. Teknenin ismi "A". Önce tasarımdan bahsedeyim, dünyaca ünlü meşhur tasarımcı Philippe Starck tarafından dizayn edilmiş. Teknenin iç tasarımı bilinmiyor. Yakın bir zamana kadar sahibi de bilinmiyormuş fakat şu anda biliniyor, banka ve finans sektörü ile birlikte enerji işi de yapan bir Rus, ismi Andrei Melnichenko. Adam 36 yaşında, yani benden sadece 1 (yazıyla bir) yaş büyük ve 120 metre uzunluğunda bir teknesi var..Kardeşim bu para nereden geliyor diye sormazlar mı adama aloooo :)
Neyse biz tekneye dönelim de moralimizi bozmayalım :) Bu ilginç alet 6000 beygirlik 2 adet MAN motoru ile toplam 12000 beygir gücüne sahip ve bu motorları sayesinde maksimum 23 knot hıza ulaşabiliyor. Peki bu hızı kaç litre yakıt harcayarak yapıyor derseniz, sıkı durun; 757000 litrelik dizel yakıt deposu var. Rakamda yanlışlık yok, akıllı olun hizaya gelin arkadaşlar..23 knot hız ile menzili 4500 deniz mili, eğer seyir hızı olan 19.5 knot ile yol alırsa 6500 deniz mili menzili var. Sahibine ait bir suit ve 6 adet ziyaretçi kamarası bulunuyor, toplamda 14 kişiyi ağırlayabiliyor. Ön tarafında bir helikopter iniş alanı, teknede yer alanlar için kullanılacak 3 ayrı havuz ve büyük bir ana salon bulunuyor. Atatürk' ün teknesi Savarona' yı da imal eden Alman Blohm&Voss tersanesi tarafından üretilmiş. Üretim safhası sahibinin isteğinden olsa gerek büyük bir gizlilik içerisinde sürmüş. Son ana kadar koca tekneden kimsenin haberi yokmuş, neden sonra tersane yanında sadece tepe kısmı yapım halinde fakat denize indirilmiş durumda bir casus fotoğrafı yakalanmış ve piyasada konuşulmaya başlanmış. Tabi piyasa dediğime bakmayın, çekilen casus resim sadece motor yatlar ile ilgilenenlerin takip ettiği internet sitelerinde yer almış, dolayısıyla bizim olaylardan bir haberiz :) Hatta öyle gizli tutmuşlar ki o zamanlar ismi yerine tekne için ProjectSF99/Sigma kullanılıyormuş.
Tekne daha çok yeni, 2008 in Temmuz ayında Almanya' dan tersaneden ayrılmış, netteki takipçilerinden edindiğim bilgilere göre Baltık sahillerinde kısa bir dolaşmadan sonra Mallorca yapmış arkadaş. İspanya sahil şeridinde birkaç hafta vakit geçirdikten sonra ver elini Güney Fransa. Burada sırasıyla Cote D' Azur, Nice, Cannes, St. Jean Cap Ferrat ve Monaco ziyaretleri ardından Malta' ya geçmiş. Malta sonrası üretildiği yer olan Almanya' daki Blohm&Voss tersanesine geri dönen tekne, Nisan ayında buradan ayrılmış. Arada nerelerde olduğu belirsiz fakat Ağustos ayında aynen bizim gördüğümüz şekilde önce Montenegro sonra da Dubrovnik' te bulunmuş, geçen hafta da Fethiye' de demirliydi. Şu anda nerede olduğu yine belirsiz..
Merak edenler için söyleyeyim, ismi şuradan geliyor; "A" harfinin soldaki çizgisini normal, sağdaki çizgisini dimdik yani 90 derece açı yapacak şekilde çizip yazdığınızda teknenin gövdesinden yukarı çıkan yapı ile benzeştiğini göreceksiniz.
İnternette birçok sitede dünyanın en çirkin teknesi olarak yer alıyor. Çirkin mi bana göre tartışılır fakat klasik tekne mantığının ve tasarımının tamamen dışında, diğerlerinden çok çok farklı, alışılmadık bir dizayna sahip. Kesinlikle çok etkileyici gözüküyor. Hele gece ışıklı hali on numara beş yıldız..
Daha farklı resimlerini görmek ve ayrıntı bilgi almak isterseniz aşağıdaki linklere göz atabilirsiniz. Tabi ne işim olur da diyebilirsiniz, saygı duyuyorum :)

http://www.superyachttimes.com/yachts/details/76

http://www.powerandmotoryacht.com/megayachts/megayacht-a-2008/

2 Eylül 2009 Çarşamba

Montenegro


Bernard Shaw 1929 da Dubrovnik' i ziyaret ettiğinde, "Yeryüzünde cenneti görmek istiyorsanız bu kente gidin" demiş. UNESCO tarafından da Dünya Mirası ilan edilen tarihi kentin altından girip üstünden çıkıp, her yerini öğrendikten sonra, bir gün de araba kiralayıp Montenegro' ya (eski dağlık Karadağ) geçelim ve görelim dedik, çünkü çok yakın, yarım saat gittiğinizde sınıra varıyorsunuz.
Kotor denilen körfez şehri ülkedeki en büyük şehir, zaten ülke de yüzölçüm olarak İstanbul kadar anca vardır. Tur şirketlerinin bilgilerinde Montenegro için Avrupa Jet sosyetesinin uğrak yeri, yeni gözdesi gibi ifadeler kullanılmış fakat bana göre hiçbir özelliği olmayan bir ülke. Yukarıdaki Porsche ve motor yatı görüp çok zengin bir ülke zannetmeyin hemen, yakaladığım tek düzgün resim diyebilirim..Ülke demeye de içim el vermiyor ya neyse..Geçtiğimiz yollar hep deniz kenarı tek gidiş tek geliş, insan kendini 80 lerin Kumburgaz yolunda gibi hissediyor, ortam aynı çünkü. Eski tip sahil evleri, eski model arabalar, sağda solda mayolarıyla, bikinileriyle denize giden veya denizden dönen insanlar, geçmişten kalan bir kasaba hali var. Kotor' a giderken iki seçenek var, ya körfezi döneceksiniz veya feribot il 10 dk da karşıya geçeceksiniz. Biz giderken körfezi dönmeyi tercih ettik, oldukça keyifli bir yol, bol bol resim çekilir. Dağların arasında kalmış bir iç deniz, denizin ortasında bizim Kız Kulesi ve Su Ada benzeri iki ada, üzerine de birer kilise kondurmuşlar. Kartpostal gibi çok şirin gözüküyor. Dönüşü de feribotla yaptık, gerçekten de 10 dk sürüyor geçmek ve sadece 4 Euro :) Bu arada böyle dandik bir ülkede Euro geçmesi insanı şaşırtıyor, adamlar Avrupa Birliğine girmiş çok ilginç bir şekilde. Bana göre daha kırk fırın ekmek yemeleri lazım..
Savaşın izleri hala her yerde hissediliyor, ağır makinalı tüfeklerin mermi izleriyle dolu binaların virane hali yanında yepyeni bir apartman ilginç bir görüntü oluşturuyor. Kotor körfezin en dip noktası, aynı Dubrovnik te olduğu gibi burada da bir Old Town var, surların koruduğu bir kale ve kale içinde bir sürü ev. Burası Dubrovnik' e göre daha ufak ama şaşırtıcı bir şekilde daha çok lüks marka satışı var. Dışarıdan küçük bir butik gibi görünen dükkana girdiğinizde Paciotti ayakkabılar, Roberto Cavalli bluzlar, Dior terlikleri görünce kim satın alıyor bu malları diye düşünmeden edemiyor insan..
Buradaki Old Town daha sıkış tepiş, zaman zaman sokaklar iki kişinin zorlukla yanyana yürüyeceği kadar darlaşıyor. Dubrovnik' teki geniş ana sokak burada yok, onun yerine girişte büyük bir avlu var ve yanyana 3-4 cafe/restoran bulunuyor. Bir de bu avluya çıkan başka bir küçük avluda 4 yıldızlı bir butik otel ve bahçesi. Zaten en düzgün yeri de burası, oturup bir yorgunluk kahvesi içmek için ideal.
Dağa yaslanmış Old Town arka kapısından keçi yolu gibi bir patika üzerine yüzlerce merdiven yapmışlar ve bu merdivenler dağın tepesinde yer alan minik kaleye çıkıyor. Tabi ki 35 derece sıcakta oralara tırmanacak değildik, uzaktan resmini çekmekle yetindik..
Montenegro' ya gelince aklıma son James Bond filmi olan Quantum of Solace deki kareler geldi, Bond Montenegro ya oldukça lüks bir hızlı trenle nefis dağlık bir manzaradan geçerek gelir, bir sonraki karede ise Aston Martin' den inip oldukça lüks bir otel lobisinden girer ve devasa casino' ya dalardı. İnternette kısa bir araştırma yapıp o otelin Kotor' a arabayla 20 dk. mesafede bulunan Budva' daki Splendid Palace olduğu bilgisine ulaştık. Bununla birlikte aslında o filmin Montenegro' da çekilmediği, otelin de İspanya' da yer alan bir otel görüntüsü olduğu, başarılı bir fotomontaj ile sanki Montenegro' da bir otelmiş gibi gösterildiğine dair bilgilere de ulaştık. Fakat öyle bile olsa ne kaybederiz diyerek rotayı Budva' ya çevirdik.
Budva gidişi için bu sefer deniz kenarı yoldan ayrılıp iç kısımlara doğru dalıp devam ettik ama dönüşte anladık ki deniz kenarı yola da devam ederek aynı yere ulaşılıyor. Bu sefer yol biraz daha E-5 görünümüne döndü, zaman zaman 2 gidiş 1 geliş 3 şerite çıktı ve rahatladı. 20 dk yolculuktan sonra Budva levhaları başladı ve şehre girdik. Hemen söylemiş olayım, 10 dk yol aldıktan sonra yol sağdan büyük bir beach e ayrılıyor. Biz çok anlamadık ve yola devam ettik fakat yokuş yukarı çıkıp da tepe noktadan o beach i gördüğümüzde ağzımız açık kaldı..Antalya Lara Plajı benzeri bir görüntü düşünün, öyle büyük ve uzun bir deniz kenarı, tıklım tıklım insan, şemsiye ve şezlong dolu, sörf yapanlar mı istersiniz, hamburgerlere binenler mi, jet ski ile turlayanlar mı, gerçekten aşırı ve şok edici bir kalabalık vardı..
Budva ya geldiğinizde Kotor' a göre çok daha sıcak bir şehir olduğunu anlıyorsunuz. Kotor oldukça soğuk ve itici fakat Budva insana daha iyi geliyor. Daha hareketli ve canlı gözüküyor ve sanki biraz daha gelişmiş gibi. Splendid Palace Hotel' e geldiğimizde ülkeden beklenmeyen bir ihtişam görünce şaşırdık haliyle. Bu arada James Bond' un da filmdeki otelinin bu olmadığını anlamış olduk :) Otel son derece şık, dekorasyon için çok para harcandığı her halinden belli. Büyük bir Spa var, denize sıfır inşa edilmiş, oldukça geniş bir sahili var. Müşteriler ağırlıklı olarak Ruslar, fakat bu lüks ve ihtişama tam ters orantılı olarak yeme içme fiyatlar şeker gibi uygun :) Konaklama ise kişi başı 250 Euro civarında ki Dubrovnik Radisson oda fiyatının 220 Euro olduğu düşünülürse bence Splendid Palace konaklama fiyatı çok fazla..
Akşamüstü dönüş yoluna geçtik, yolda hem benzin hem de yolluk almak üzere bir benzin istasyonunda durduğumuzda sigara içenlerin dikkatini çekecek bir manzarayla karşılaştık, 1 paket Marlboro 1.2 Euro :) Sudan ucuz, emzirin tiryakiler :) Bu arada benzin istasyonu marketleri free shop gibi, ne isterseniz var. Alışverişleri yapıp tekrar yola koyulduk, ve sınıra 3 km kala acı son ile karşılaştık..Hırvatistan sınır girişinde kabus gibi bir sıra..İnsanı bayıltan bir 2 saatin sonunda nihayet sınırı geçtik ve açlıktan ölecek halde Old Town da bir restorana attık kendimizi..Sınır geçişindeki acı verici saatler arasında bizi güldüren en bomba olay ise arıza yapan bir Ferrari F355 in motor kaputu ve ön bagaj kaputu açık halde insanlar tarafından fotoğraflanmasıydı :) Biz de çekelim dedik ama gece moduna aldığımız halde resimlerden net görüntü elde edemedik..

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Hırvatistan -3-


Dubrovnik günlerine devam..

Şunu söylemeden geçemeyeceğim; hayatım boyunca yediğim en lezzetli balıkları orada yedim..Heriflerin balıkları nasıl harika anlatamam. Eğer yolunuz düşerse mutlaka deneyin. Güneri Civaoğlu da benimle aynı fikirde olmalı ki 3 hafta önceki Pazar yazısında Hırvatistan seyahatinde yediği balıkların lezzetinden bahsetti. Bu arada adamla aynı anda oradaydık, üst üste Old Town sokaklarında, restoranlarında ve Rixos' un sahilinde karşılaşıp gözümüzü dikip dikip bakınca artık adam gayri ihtiyari selam vermeye başladı :)

Şehrin en civcivli yeri olan Old Town giriş kapısından içeri daldığınızda merdivenlerden inip başka bir kapıdan daha geçerek meşhur Old Town a varıyorsunuz. Sizi İstiklal Caddesi kalabalığı benzeri bir güruh karşılıyor ve çoğunluğu turistlerden oluşuyor. Bir ana cadde düşünün, bu caddeye çıkan soldan ve sağdan birbirine paralel bir sürü sokak var, bu sokaklarda da bir sürü restoran bulunuyor. Bütün bu sokaklar ise ana caddeye bağlanıyor, ana cadde üzerinde de sağlı sollu cafe ler yer almış. Günün her saati oturup birşeyler atıştırabilir ve çay, kahve içebilirsiniz. Özellikle tavsiye edeceğim ilk yer ana caddede sol tarafta ilk sırada bulunan yukarıda resmini gördüğünüz Festival Cafe. Akşam yemeği sonrası kafa masalardan birine kurulup, puroyu yakıp gelip geçeni izlemek için ideal bir yer. Fakat hemen belirtmeliyim ki Old Town da bulunan en pahalı yer, zaten oturan tiplerden, bu tiplerin üst başından ve gelip geçenlerin bu tiplerle selamlaşmasından pahalı bir yer olduğu hemen belli oluyor. Üst baş demişken şu da var, herhalde bu kadar şık hanımları ve erkekleri bir arada başka yerde zor görür insan. İtiraf etmeliyim ki ilk gece bermuda ile çıktım ama ortamı görünce sonraki gecelerde üste başa dikkat ederek Old Town a indim. Cafe lerden söz açılmışken ana cadde sonundaki meydanda bulunan mekanlardan herhangi birine de oturup vakit geçirebilirsiniz, buralarda son derece keyifli ve güzel.
Restoranlara geçersek pizza yemek için mutlaka Mea Culpa yı ziyaret edin. Son derece uygun fiyatlı ve pizzaları çok lezzetli. Old Town girişindeki büyük çeşmeden sağ ara sokağa girdiğinizde 50 metre sonra flamalarını göreceksiniz, takip edin, yol sizi götürüyor zaten. Hatta gittiğinizde fırlama Dora' yı sorun, çok sempatik bir kız, öğrenci değişim programı ile İstanbul - Silivri' de 30 gün bir ailenin yanında kalmış, Türkleri ve İstanbul' u çok seviyor. Pizza dışında deniz ürünlerine mutlaka 2-3 gecenizi ayırın, ana caddenin bitimindeki meydanda bulunan Nike mağazasının sağ yanından girince hemen sağ arada bulunan Marco Polo yu mutlaka deneyin, sahibi yaşlı dedenin servisi çok hızlı, kızartma kalamarı taratoruna varıncaya kadar bizimki ile aynı ve nefis, ayrıca ortaya çipura, jumbo karides, kalamar dolması, ızgara sebzeler ve midyeden oluşan karışık tabaktan mutlaka söyleyin, lezzet harika. Bunun yanında Old Port ta bulunan lokantalardan Lokanda' yı da mutlaka denemenizi isterim çünkü biz herkesin tavsiyesine rağmen deneyemedik :) Her zaman çok fazla sıra oluyordu, biz de beklemek istemediğimiz için aynen naş :) Old Town girişindeki Nautika ve çıkışa yakın Gil' s den de bahsetmek isterdim ama bir steak için 55-70 Euro arası para ödemeyeceğimden eğer paranız varsa deneyin derim..Özellikle Kelebek yazarı Cengiz Semercioğlu Gil' s için çok başarılı demişti fakat deneme yapacak kadar ulaşılabilir fiyatları yok ne yazık ki..Fakat denemesek de gidip gördük, Nautika klasik deniz manzaralı restoranlardan, bence fazla turistik bir yer. Gil' s ise dekorasyon olarak çok başarılı, manzara harika, ortam da baya klas. Zaten yemek sonrası gece 11 civarı insanlar barına çöküp takılmacaya başlıyormuş. Şu uyarıyı da yapmış olayım, her gittiğiniz yerde gelen hesabı mutlaka kontrol edin, çıtırdan fazla geçirilmiş birşeyler yakalama ihtimaliniz yüksek. Ama uyarınız sonrası nazikçe özür dileyip, hay Allah yemedi der gibi utanarak bakıp hesabı hemen düzeltip getiriyorlar.
Gece gidilecek yer olarak çok fazla alternatif yok, Fuego en gözde yer ve herkes bir şekilde oraya geliyor. Bunun dışında Festival Cafe yi geçtikten sonraki sol ara sokaklarda Katie O' Connor' s Irish Pub, King Richard' s Pub vb. gibi birkaç farklı İngiliz Pub var ama buralarda müthiş bir kalabalık var, ağırlık genç ekip, 16-18 yaş aralığında İngiliz kızlar içip içip dağıtıp yerlerde sürünüyor aklınızda olsun. Bu durumda içkilerin inanılmaz ucuz olmasının payı yüksek olabilir, dostum Jack 10-12 TL arası, inanamadık menüde ilk gördüğümüzde. Fuego da ise adamım Yüzbaşı 1 lt. Sex on the Beach söyledi, 11 Euro fiyatı vardı, çüş dedik..
Beach lere gelirsek, bir kere baştan söyleyeyim, Çeşme Bodrum modeli lüks ve konforlu yerler beklemeyin. Old Town çıkış kapısından yürüyerek 5 dk mesafede bulunan EastWest Beach Club denenebilir, veya Rixos Hotel in denizi çok başarılı, buraları görmek isterseniz tabi size kalmış ama bana kalırsa buraları boşverin ve direk Radisson a gidip gündüzleri orada takılın. Otel çok yeni, ortamı çok başarılı, en memnun kaldığımız yer diyebilirim. Rixos duyunca insan TR deki oteller gibi ihtişamlı bir otel bekliyor fakat son derece sıradan bir şehir otel yapmış adamlar, hiç Rixos gibi değil. Tek artısı casino olabilir, kaldı ki oda oldukça ufak ve sıkıcı bir yer..Bu arada hemen bahsetmeliyim ki burada şöyle bir model var;5 yıldızlı otellerin sahilleri halka açık kullanımda. Dolayısıyla şezlong ve tesis kullanım bedeli için parayı ödeyip istediğiniz otele çökebilirsiniz, bizde olsa düşünemiyorum otellerin halini, millet çekirge gibi üşüşür. Düşünsenize Çırağan' a gidiyorsunuz, 20 TL şezlong parası ödeyip yatışa geçiyorsunuz..Hiç düşünemiyorum :)
Dubrovnik in çok bahsedilen adalarına sakın gitmeyin, kişi başı 60 TL verip, aptal bir gün geçirmiş olduk. Adamlar sizi tıkış tıkış bir gemiye bindirip 45 dk uzaklıkta Kolocep isimli bir adaya götürüyorlar, orada 20 dk vaktiniz var diyorlar. Ulan zaten adada 2 adım atıp geri dönmek 20 dk sürüyor, tekrar alıp bu sefer Lapad isimli başka bir adaya götürüyorlar, orada da 45 dk' nız var diyorlar ve yemek veriyorlar, e bu ada da böyle geçti, kaldı size 1 ada, çok şükür bu yeni adada 3 saat vaktiniz var da bir deniz yapıyor insan..Adaların hiçbir özelliği yok, berbat yerler, sakın gitmeyin hiçbirşey kaçırmış olmazsınız. Çok bahsedilen Lokrum a ise bu adalar macerası sonrası gitmeyi düşünmedik bile..
Esas güzel denilen ve dünyadaki şöhretlerin tercih ettiği söylenen Hvar adasına ise gitmek kısmet olmadı ama döndükten sonra internetten yaptığım araştırmada bu adanın da çok özellikli olmadığını görmek zor değil. Denizin güzelliğine lafım yok ama adalar bana göre fiyasko..

Bir sonraki adım Montenegro, oda geliyor acele etmeyin :)

21 Ağustos 2009 Cuma

Hırvatistan -2-


Dubrovnik..
Zagreb ten uçağa binmeden önce sabah havaalanına geldiğimizde bavullarımızda 3-4 Smirnoff Ice, 3-4 Bacardi Lime Breezer stok yapmıştık. Sonra birdenbire "lan ya bavulda kırılırsa" diye düşününce, hadi birer tanesini içelim, geri kalanını bırakırız dedik ama ne mümkün :) İçki kullanmayan canım karım bile tadına baktığı Smirnoff Ice ile Bacardi Breezer dan bir şişeyi götürdü, haliyle 4 kişi stokları aynen erittik, hafiften kafa yapıp uçağa yollandık :)
Uçağa binip yolculuk başladığında hafiften uyuklama ve kitap, dergi vs. yaparken birden cama gözüm takıldı. İnsan daha havadayken uçağın pencerelerinden güzel bir yere geldiğini anlıyor. Sürekli karadan içeri girip çıkan deniz nefis koylar yaratmış, irili ufaklı bir sürü tekne koylarda demirlemiş..Görüntü gerçekten çok hoş. Uçaktan iner inmez bir alev insanın yüzünü yalıyor, hava boğucu sıcak, Antalya modeli diye biraz ürkmedim değil ama neyse ki merkezde hava böyle değildi. Bodrum havaalanı Dubrovnik havaalanı yanında Heathrow kalır, öyle dandik ve ufak bir yer burası. Neyse bavulları alıp çıktık ve otele doğru yollandık.
Tek gidiş-tek geliş bir yol düşünün, bir taraf enfes bir deniz manzarası, demirlemiş yatlar, cruise gemileri, yelkenliler, diğer tarafta ise çayır çimen ve müstakil evler. Evlerin çoğu odasını kiralayan moteller, her yerde "sobe" yani kiralık oda levhası. Arada bizim Bauhaus, 3M Migros benzeri alışveriş yerleri var, arada ilçelere ayrılan sapaklar, bizim güney yollarından çok da farklı değil..
Otele geldiğimizde gördük ki, internette yer alan merkeze 15 dk. yürüme mesafesi bilgisi tek yön içinmiş..Muhtemelen 300 civarı merdiveni iki tarafı duvar olan dar bir yoldan inerek merkeze varıyorsunuz, o sıcakta yürüyerek geri çıkmanın çok da mümkün olacağını zannetmiyorum, ellinci merdivende erimiş olursunuz..
Allahtan otelin manzarası güzeli, odalar temiz. Sahibi Milo isimli Dubrovnikli bir Hırvat olan otelde çalışanlar Milo nun aile eşrafı çıktı :) Odaları gösteren ve temizlik yapanlar kızı ve yeğeni, hanım kahvaltılıkları hazırlıyor, Milo da tabak çanak, karpuz peynir diziyor :) 9 odalı müstakil bir villaya minik bir havuz ve iki şezlong ekleyip işi bitirmişler. Milo çok cana yakındı, kasıntı bir adam değildi, çene biraz düşük ama her sorumuza sabırla cevap verdi, her konuda bizi aydınlattı, gidilecek yerler, nasıl gidileceği, tavsiyeler, İngilizcesi gayet iyiydi valla.
Odaya yerleştikten sonra havluları alıp hem keşif hem de biraz deniz yaparız fikriyle şehre inelim dedik. İşte ilk şoku da orada yaşadık, zira Milo harita üzerinden az önce bahsettiğim merdivenli ara yolu tarif etti ve 10-15 dk sonra tam meydandasınız dedi. İyi dedik bizde, başladık yürümeye ama kardeşim merdivenler bitmiyor :) İn Allah in, varamadık bir türlü, insan alışık da olmayınca sürekli merdiven inme hareketi bir süre sonra sinir bozucu bir hal alıyor. Bu sırada 42 derece sıcaklık var ve yanımızdan lamba turistler yukarı doğru merdiven çıkıyor inanabiliyor musunuz..
Ülkede Avrupa Birliği entegrasyonu henüz tamamlanmadığından hala Kuna isimli kendi para birimlerini kullanıyorlar. 1 Euro 7,3 Kuna. Her yerde change office ler var, fakat dikkat edin, merkezde tam Old Town girişindeki dondurmacıyla komşu olan büyük yer %10 komisyon alıyor, şehrin içinde halledin işinizi. Halledin diyorum çünkü Euro' yu çoğu işletme kabul etmek istemiyor. Milliyetçi duygular devam ediyor anlayacağınız, turistleri de çok sevdikleri söylenemez. Bu güzel yerin istila edilmesini istemiyorlar anlaşılan ve bunda da haklılar. Gerçi zaten herkes öğrenmiş ve akın akın turist geliyor, daha fazlası nası olacaksa onu da anlamadım..Özellikle taksiciler en kaba grup. Adamın birine arka cam açılmıyor kilidi açar mısın dedik, adam döver gibi burada patron benim, zaten klima çalışıyor gerek yok dedi. Başka bir kamil taksici ise klimayı açar mısın ricamıza zaten geldik çok az kaldı gerek yok diye cevap verip camları tamamen indirdi :)
Neyse esas Dubrovnik günleri bir sonraki yazı konusu, şimdilik bu kadar :)

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Hırvatistan -1-

Zagreb..
Doktor Yüzbaşı' nın en çok görmek istediği yer olarak fikir verdiği Dubrovnik seyahatine karar verdiğimizde, internette küçük çaplı bir araştırma yapmıştım. Şehrin klasik yüksekten çekilmiş sempatik fotoğrafı olan Kale ve deniz görüntüsü dışında çok da fikir veren bir yanı gözükmüyordu. Bununla birlikte artan sayıda dergi, köşe yazısı ve ardından E Entertainment kanalında Tara Reid in yaptığı ziyareti izleyince ve bu şirin şehir hakkında yorumlar gördükçe, giderek yükselen ziyaret isteğimiz sonunda bizi ülkeye getirdi.
Ne yazık ki THY Dubrovnik' e direk uçmuyor, bu nedenle önce Zagreb, ardından da ara uçuş veya arabayla Dubrovnik' e geçmeniz gerekiyor. Biz önce Zagreb' e gidip, biraz da bu şehirde dolanırız, keşfe çıkarız düşüncesiyle bir gece konaklayıp ardından Dubrovnik' e geçelim dedik. Aslında çok da gerek yokmuş, Zagreb' i görmeseniz de olur önceden söyleyeyim, hazır gitmişken bir de burayı görelim diye düşünmeyin. Yukarıda görülen fotoğraf şehir merkezindeki ana meydan, bizim Taksim Meydanı hesabı. Gördüğünüz üzere Pazar günü ortalıkta in cin top oynuyordu..Ülke toplam da 4.5 milyon nüfusa sahip olunca demek ki böyle oluyor :) Gerçi biraz da Pazar günü etkisi yok değil, dükkanların %90 ı kapalı, açık olan tek tük hediyelik eşya dükkanlarındaki sempatik tezgahtarlara sorduğumuz Pazar günlerinin genelde kilise ve evde geçirildiğini, bu yüzden oldukça tenha olduğunu söylediler. Kısaca şehri anlatmak gerekirse, her Avrupa şehrinde olduğu gibi hafif raylı sistem işi çözmüş. Toplu taşıma son derece rahat. Taksi ihtiyacı hiç hissetmiyorsunuz. Kaldığımız otelin resepsiyonundaki görevli önce köşedeki tekel bayi benzeri yerden bilet almamızı söyledi, fakat bilet almaya gittiğimizde adamda bozuk para olmadığını gördük ve bilet alamadık. Bu arada tabelada 1 dk. sonra meydana gidecek metronun geleceği yazılıydı. Teknolojinin gözünü seveyim :) Tekrar resepsiyona gidip sorunumuzu acele acele anlatınca kız herhalde halimize acıdı, bugün günlerden Pazar, kontrol falan olmaz, rahat olun binin metroya gidin, bilete gerek yok ama benden duymuş olmayın demez mi? Durağa gelip bizim çocuklara tam açıklama yaparken metro geldi ve bizimkileri içeri tıktım. Önce bizim ekip şaşaladı, sonra durumu açıklayınca hepimizin suratına hınzır bir tebessüm yerleşti, ne de olsa Avrupa da sahtekarlık yapmıştık :)
Şehir hala komünizmden izler taşıyor. Ülkenin aristokrat Avrupa olmadığı o kadar belli ki..Özellikle yolda gördüğümüz toplu konutların içler acısı hali bunun en büyük kanıtı. Bununla birlikte ülkenin nasıl kolay toparladığını da görüyorsunuz. Son model arabalar, etrafın temizliği, modern yapılar her yerde. Yolda gelirken yine nette en çok gözüken yapılardan tahmin ediyorum Parlamento Binası önünden geçtik. Meydana gelirken geçtiğimiz Nişantaşı benzeri sokakta ise dünya markalarının hemen tümü yer alıyordu, fakat malum günlerden Pazar ve hepsi kapalı..
Meydana geldiğimizde ortalıkta insan olmaması bizi çok şaşırttı. Toplasanız 40 kişi bile yoktu..Uzaktan kuleleri gözüken katedrali görünce birer dondurma alıp oraya gitmeye karar verdik. Bu arada yeme içme bizim ülkeye göre ucuz ve dondurmaları gerçekten güzel. KAtedrale gelince ufak bir giriş meydanı ve katedral dışında birşey olmadığını gördük. Haliyle hayal kırıklığı :) Kızlar neyse ki AVM sormayı akıl etti, hemen yerini öğrendiler ve sevinçle gelerek binmemiz gereken metro numarasını söylediler. Atladık metromuz, tabi yine parasız ve kaçak :) doğru AVM ye. Yolda gelirken gördüğümüz orta boydan hallice bir yer. İçinde bildik orta sınıf hemen tüm markalar var. Girişte bir de cafe. Erkekler olarak hızlı bir tur ve Migros benzeri yerel bir marketten Smirnoff Ice ve Bacardi Lime Breezer ları çözüp bir de Keglevich çaktık, aynen yukarı girişteki cafe ye çöküş. Oturup anında Smirnoff ve Bacardi leri içmeye başladık. Garson çocuk önce laf edecek gibi olduysa da, yabancı olduğumuzu görünce sesini çıkarmadı ama pis pis bakması bizi durdurmadı :) Daha sırada Keglevich var, birer limonata söyleyip çaktırmadan içine Keglevich koyup afiyetle içerken kızlarda geldi, herhalde bir 2 saati orada yedik. Sonunda AVM kapanış saati gelince haydi otele yemek yiyelim dedik ve atladık gene kaçak yolcu modeli metroya :)
Otele dönünce bir de ne görelim, günlerden Pazar olduğu için mutfak 9 da kapanmış. Sadece bar açık. E biz açız, nerede yiyebiliriz diye sorunca 100 m ileride bir Meksika rest. önerdiler. Anında oraya ışınlanıp masalara çöktük, siparişleri verip birer yerel bira söyledik. Şunu bir kez daha anladım ki Efes gibisi yok. Su gibi bira var adamlarda..
Restoran şaşırtıcı bir şekilde oldukça leziz yemekler sundu, Taco lar çok başarılıydı, sonradan söylediğimiz etler ise gerçekten güzeldi. Gece 12 de karnımız doymuş şekilde otele yollandık ve yarın sabah ver elini Dubrovnik, arkası yarın :)

10 Temmuz 2009 Cuma

Enfes Restaurant


Öncelikle yandaki ufacık resim için özürlerimi sunarım, cep telefonumun ayarını hatalı yapmışım sanırım, öyle de kalmış, eve gittiğimde fark ettim, tekrar gidip resim çekmeye de üşendim. Onu da siz gittiğinizde çekip bana gönderin de güncelleyelim :)
Enfes Restaurant adından da anlaşılacağı gibi menüsünde bulunan hemen tüm ürünleri gerçekten "enfes" diyebileceğim bir mekan. Florya-Yeşilköy-Yeşilyurt taraflarını bilenler hemen burayı (muhtemelen) bildiklerinden "aaa" çekecektir, ama üzerinize afiyet ben yaklaşık 1 senedir keşfetmiş durumdayım. Zaman zaman çapkınların manitalarını, kart zamparaların da metreslerini getirdikleri gözüme çarpsa ve bu durum beni rahatsız etse de mezelerin ve yiyeceklerin lezzeti buranın gözümden düşmesine müsaade etmiyor.
En üst kata çıkıp terastaki dip masalardan birine kurulun ve güneşin batışından önce giderek manzaranın tadını çıkarın. Kafanızdaki klasik balıkçı muhabbetini biraz değiştirecek bir yapıları var, her zaman masaya oturup önce rakıyı sipariş ederiz, ardından da meze tepsisinin gelmesini bekleriz değil mi? Burada işler böyle yürümüyor; öyle geniş bir meze seçenekleri var ki Şef Aydın Bey sizi kapıda karşılayıp merdivenlerden bir kat yukarı çıkardıktan sonra mezelerin ve leziz Ege otlarının bulunduğu bölüme alıyor, oturmadan önce yiyeceklerinizi o anda sipariş ediyorsunuz. Sanki bir marketten alışveriş edermiş hissi yaratıyor bu durum.
İlk gittiğinizde o kadar fazla çeşit olduğunu görünce şaşırıp hangisini alsam diye düşüneceksiniz, birkaç taviseyede bulunmak gerekirse; ortaya mutlaka Ege otlarından karışık söyleyin. Hardal soslu levrekten alın, ki ben hardalı sevmememe rağmen bu mezeyi çok seviyorum. Ayrıca bir de ara sıcak olarak tereyağında kalamar ızgarayı ve kalamar dolmasını es geçmeyin, onun dışındakileri sizin damak tadınıza bırakıyorum. Gerçekten tamamı çok lezzetli, bugüne kadar seçimlerden hiç pişman olmadım.
Malesef her seferinde mezeleri o kadar fazla söylüyoruz ki balık yemeye yer kalmıyor, genelde ortaya tek porsiyon şefin tavsiyesine göre bir balık söylüyoruz ve birer çatal tadına bakıp bırakmak zorunda kalıyoruz. Balık yiyecekseniz mutlaka şefin fikrini alın, kendi yemek istediğiniz balığı şefe sorun, mevsimi olup olmadığıyla ilgili ve tazeliğiyle ilgili bilgi alın. Şimdi diyeceksiniz ki hangi mekan sahibi benim balığım taze değil der, fakat adamın konuşma tarzından, mimiklerinden, yönlendirmesinden çakozlanır bu iş, o yüzden şefin tavsiyesini almadan burnunuzun dikine gitmeyin, sonra hem tad, hem de hesap olarak pişman olmayın.
Mesela son gidişimizde şefin de fikrini alarak fener şiş ızgara söyledik, on numara beş yıldızdı. Ondan önce ise levrek söylemiştik, tabi yine şefin fikrini alarak, oda çok lezizdi.
Istakoz, böcek gibi az bulunan ve pahalı şeylerden yemek isterseniz mutlaka kilo fiyatı sorun, pazarlık edin. Bu tarz şeylere alışıklar ve hiç yadırgamıyorlar, %30-40 civarında indirim alabilirsiniz, benden size tavsiye.
Harika mezeler, buz gibi rakı ve eğer yer kaldıysa bir çıtır balığı götürürken, güneşi batırdıktan sonra dondurmalı irmik ve sufle yemenizi de şiddetle tavsiye ederim. En son siz istemeseniz de mekanın hediye olarak sunduğu karışık meyveleri de son kadeh rakıya boğduktan sonra Türk kahvelerinizi söyleyin, birer shot likörü de yanında bayıltın.
Her rakınız bittiğinde kadehinizi değiştirecek titizlikteler, servis son derece hızlı ve aksamıyor. Garsonlar ve komiler işlerini iyi biliyor, gereksiz ve sulu muhabbet yok. Sizi üzmeden hızlı bir şekilde istekleriniz karşılanıyor. Puro kül tablası bulunduruyorlar, metal küllüklere kül silkmek zorunda da değilsiniz.
Fiyat olarak rahatlıkla boğazdaki balıkçılardan uygunlar diyebilirim. Bunun yanında abartıp aklınıza eseni söylerseniz, onlara yaklaşır, uyarmadı demeyin. Farklı bir alternatif olarak denenebilir, yazın en üst terasta rakı eşliğinde güneşi batırmak gerçekten büyük keyif, şiddetle tavsiye ederim. Kışın şöyle bir avantajı da var, kendine özel LCD ve müzik sistemi olan 10-12 kişilik locaları bulunuyor, arkadaşlarınızla toplaşıp yemek yerken ister TV izleyin, isterseniz yüksek sesle müzik dinleyin veya çağırın çalgıcı ekibini, canlı fasıl yapın.
Her zaman olduğu gibi telefon aşağıda, rezervasyonsuz gitmemekte yarar var :)

Zümrüt yuva M. İstanbul cad. No 29/A
Menekşe Florya

Tel : (0212) 540 56 56

27 Haziran 2009 Cumartesi

Sözün Bittiği Yer


Gerçekten yolun sonu. Hemen aşağıdaki internet sitesine girin ve ne demek istediğimi anlayın. Yüklemesi biraz uzun sürüyor, ama sabredin buna değer. Önce "enter", sonra da "explore" tıklayın, ardından önünüze gelen ekranın sağ tarafında görülen 5 farklı alt alta dizili kelimeleri sırayla tıklayın. Bu kelimeleri yazmıyorum ki işin gizemi biraz daha artsın ve aklınızı oynatın :)

http://www.pomegranatephone.com/

24 Haziran 2009 Çarşamba

Araba Sevdası

Kendimi bildim bileli arabalara çok meraklıyımdır, çok ufak yaşlarda bile tüm araba markalarını modelleri ile öğrenmeye özen gösterir, dedemin yoldan geçen arabaları sormasına büyük bir keyifle cevap verirdim. Adamcağız da şaşırırdı tabi ufacık velet bu kadar çok modeli nasıl aklında tutuyor diye, hatta arkadaşlarının torunları ile bir araya getirip küçük çaplı bir yarışma bile yapmıştı :) Kendime sürekli "kuartet" denen araba resimleri ve arabaya ait silindir, motor hacmi, ağırlık, motor gücü vb. bilgilerin yer aldığı kartlardan alırdım, sonrada diğer arkadaşlarla toplaşıp birbirimizdeki araba bilgilerini yarıştırırdık. Örneğin, silindir 12 stip! derdik ki eğer karşıdakinin elinde de 12 silindirli bir arabanın kartı varsa öncelik stip diyene geçsin :) Deliler gibi araba özelliklerini ezberlerdim o kuartet kartlarından..Bir de hatırlarmısınız bilmiyorum, ben ilkokula giderken Simca marka arabalar vardı. Sene 1981-82, düşünün işte.. Özellikle şu yanda görülen hafif ticarilerin atası sarı renkli aletin hastasıydım elimdeki kuartet kartlarından. Bir alt resimdeki modeli ise ilk kez ilkokul arkadaşımın annesinde görmüş, "vay be bizim semtte de varmış bu arabadan" diyerek dikkatli dikkatli incelemiştim marka, model, tip, detaylar vs. Malum dede yarışmada her an sorabilir hesabı :)
O yıllarda şimdiki gibi yollarda taksiden fazla Mercedes, BMW gibi arabalar görülmezdi haliyle. Tek tük gördüğünüz zaman da sahibinin gerçekten varlıklı olduğunu hemen anlardınız. Düşünsenize sokakta araba yok, adam Mercedes BMW ile geziyor. İlk 2002 BMW ler vardı, sonra 316 lar çıktı köşeli kasa, sonra çift yuvarlak farlı BMW geldi. Mavi Ay dizisindeki 6 kasa tek kapı BMW yi hatırlayanınız var mı, hani Cybill Shephard kullanırdı, ne arabaydı..Peki Dempsey ve McPeace dizisindeki gri Ford Capri ye ne demeli? Spor tek kapı, çift yuvarlak farlı kupon bir arabaydı..
Mercedes' te ise mesela dikdörtgen farlı 200 E ler vardı, arkasından kasa yenilendi, daha modern görünümlü İlyas Salman' ın sarı Mercedes kasaları geldi. Hele bir de 190 lar çıkmıştı, onları da çok beğenirdim.
O dönemlerde şimdiki gibi sokaklarda Japon arabaları da göremezdiniz. Toyota, Nissan, Mazda, Honda kırk yılda bir bile zor geçerdi, Daihatsu ise hiç yoktu. Korelilerin ise esamesi okunmazdı, Hyundai, Kia gibi markalar bilinmezdi o yıllarda.. Alman orta sınıf arabaları ise Japonlara göre biraz daha şanslıydı, Opel Ascona, tek tük Opel Manta, Volkswagen kaplumbağalar, Golf, eski Jetta, şimdi yeniden sahne alan Scirocco, Audi 80 ve 100 gibi modeller yollarda az da olsa görünüyordu.
Bir de Fransızlar vardı, Peugeot da 504, Citroen de ise GS serisi ve DS serisi. Özellikle DS serisinin tasarımı son derece ilgi çekiciydi, birde park edildiğinde arabanın arka tekerleklerini yarıya kadar kapatan ve çalıştırıldığında kendiliğinden yükselen kasası merak uyandırıyordu. Tek kollu direksiyon simidi ve ön panel ise gelecekten fırlamış bir görüntüyü andırıyordu. O zamanlar radikal bir kararla hidropnömatik, yani yağ basıncı sistemine geçilen amortisörlere sahip Citroen' ler için virajlarda asla devrilmez denirdi, devirene Fransa fabrikadan sıfır km yeni araba yolluyorlar geyiği dönerdi..Bu konuyu da hep merak etmişimdir, acaba deviren var mı ve yenisi gönderildi mi :)
Amerikanlarda ise en popüler model Nova idi herhalde. Ya da ben en çok ona dikkat ettim. Gerçi dolmuşların alayı Amerikan arabasıydı ama benim şimdi olduğu gibi pek ilgimi çekmezdi nedense Amerikanlar. Belki de dolmuş oldukları için özel arabalar kadar ilgimi çekmedi bilemiyorum..
Türklerde ise önceleri Murat 124, 131, Reanult 12 ve onun steyşın modeli, arkasından kuş serisi Serçe, Şahin, Kartal, Doğan, sonra Toros, Ford Taunus çıktı. Yıllarca kuş serisine S, SL, SLX ekleyip , Renault 12 yi de saçma sapan makyajlarla Toros diye yenileyip bize yutturmuşlardı. O dönemlerde yakın bir akraba İtalyan yapımı orjinal Fiat 131 tek kapı getirmişti, benim dibim düşmüştü. Şimdi hatırlayınca kendi kendime gülüyorum, ne kolay etkileniyormuşum o arabalardan..
Yıllar geçip ithalatın zor olduğu yıllardan, kapitalist sistemin keşfedildiği dönemlere geçildikçe, arabalar da çeşitlenmeye, daha yeni modeller görülmeye, galeriler yerlerini otomobil bayilerine bırakmaya başladı. Hatırlarmısınız Tempra ve Tipo nun ön konsolu elektronik göstergeli çıkmıştı da ne sükse yapmıştı. Sonra Mazda 323 gelmişti, farları gizli yerlerinden yukarı çıkan, özellikle de kırmızı renkse of diyorum. UFO görmüş gibi birbirimize gösterirdik yolda gördüğümüzde.
BMW ise uzay kasa denilen 3 serisini çıkardığında bir devrim olmuştu resmen. Bir anda Mercedes in bütün havası sönmüş, varlıklı kesimde herkes 3 serisi BMW ye biner hale gelmişti.
Günümüzde artık dünya ile aynı anda aynı model arabalara binebilir hale geldik. Yeni çıkan bir modelin lansmanının Türkiye' de yapıldığı bile oluyor. Geçenlerde Etiler' de ışıklarda beklerken önümden Bugatti Veyron dönünce önce afalladım, sonra da nerelerden nerelere geldiğimizi daha iyi anladım. Dile kolay alet 1 milyon Euro, adamın biri almış biniyor..Adamın ismini biliyorum tabi, sorular gereksiz, burada yazmadım, merak eden varsa söylerim :)
Bugatti ekstrem bir örnek tabi ki fakat artık araba almak da eskiye nazaran çok kolaylaştı, krediler çabuk çıkıyor, fiyatlar özellikle son vergi indirimi ile birlikte gerçekten ulaşılabilir seviyelere geldi. Bununla birlikte modellere ise yetişemiyor insan, bir model çıkıyor, seneye makyaj yapıyor, seneye kasa değişiyor, sürekli bir tüketim hali, üreticiler habire yeni araba kaktırmaya çalışıyorlar.
Siz siz olun bu döngüye kanmayın, efendi gibi arabanıza binin, kemerinizi takın, fazla gazlamayın, fazla sinyal yapmayın ama dönerken de sinyalinizi verin. O sinyal kolu süs değil orada, adamı hasta etmeyin.
Selametle..

20 Haziran 2009 Cumartesi

Cep Telefonu Faturaları


Nette dolanırken yandaki kız çocuğu telefonunu görünce, hayatı boyunca cep telefonu faturasına üç haneli fatura ödememiş birisi olduğum aklıma geldi. Ama ayıp oluyor hemen küfürü basmayın :) Öğrendiğim indirimli tarifeleri, bedava kullanımları, anında etrafımda tanıdık tanımadık kim varsa yaymayı bir görev bilmişimdir.
Cep telefonu operatörleri ve devletin koyduğu vergiler faturayı şişirmek için ne gerekiyorsa yaptığından, yüksek fatura ödemek enayilik oluyor.
Dolayısıyla zaten herşeye çok para harcıyoruz, bari cep telefonu faturasından yırtalım değil mi ama? Tabi ki sadece faturalılar için değil, kontörlü kullanıcılar sizi de unutmadım merak etmeyin :)
Şirket hattı kullanıyorum beni bağlamaz demeyin, örneğin kontörlü hat kullanan annenizi düşünün, ne kadar uygun şeyler olabileceğini görüp şaşırabilirsiniz, o yüzden akıllı olun, 2 dakika ayırıp aşağıdaki bilgileri okuyun da ulan bu herif nasıl oluyor da şimdiye kadar üç haneli fatura ödemez diye hayıflanmayın ok?
Turkcell faturalı hat kullanıcıları mutlaka dakika satın almalı tarifelere geçin, normal tarifelerle korkunç fiyat farkı var. Önce Turkcell Müşteri Hizmetleri numarası olan 44 0532 yi arayın, zorlu ve çelik gibi sinirlere sahip olmayı gerektiren call center robotundan kurtulup gerçek bir insan evladının sesine duyduğunuzda, son 6 aylık kullanımınızın dökümünü sorun. Ortalama kaç dakika arama yapılmış, ortalama kaç adet sms yollamışsınız, ağırlıklı olarak hangi operatörleri arıyorsunuz, hepsini öğrenin. Sonra bu bilgiler ışığında hangi dakika satın almalı tarifenin size uyabileceğini öğrenin.
Örnegin: KDV dahil sadece 21 TL'ye Alo 120 paketi alıp 12 ay boyunca bu pakette kalmayı taahhüt ettiğinizde ilk 3 ay boyunca hiç Alo paketi ücreti ödemeyeceksiniz. Yani ilk 3 ay boyunca ödenecek olan toplam 63 TL yi ödemeyip, üstelik Alo 120 paketinin hediye 120 dakikası ile birlikte tüm Turkcell ve sabit hat numaraları ile ayda toplam 240 dakika konuşabileceksiniz. Yani mevcut faturanızın belki de üçte birine normalde konuştuğunuz sürenin 2 katı fazla konuşabilecek hale geliyorsunuz. Daha ben size ne yapayım :)
Aynı şekilde sms sayınızı belirledikten sonra, aylık fiks sayıya bağlayın. Örneğin 200 sms paketini aldığınızda 70 sms karşılığ ödediğiniz paraya 200 sms yollamış olacaksınız.
Bir diğer fatura şişirici işlem, cep telefonundan internete bağlanmak. Veri indirmek son derece pahalı bir işlem, sadece 3 defa internete bağlanıp maillerinizi kontrol etmek için vergiler dahil 15 TL ekstra ücretle karşı karşıya kalırsınız. Bunun için artık bu işi bırakın, enayi olmayın, her yerde wireless internet var. Telefondan bir wireless arama yaptığınızda en az 3-4 adet farklı wireless yayını görebilirsiniz. Yok eğer ben wireless ile uğraşamam, her an nette olmam lazım, bağımlıyım, müptezelim diyorsanız da, hemen bir sınırsız internet paketi alın, ayda 30 TL ye sınırsız nete bağlanın.
Kontörlü kullanıcılar, faturalıya dönseniz çok iyi olurdu ama süresi bitti. O yüzden nar işi sizin için şu anda çok uygun. Örneğin sevgiliniz var ve aşk böcükleri olarak an be an telefonda birbirinizi ne kadar sevdiğinizi söylemeye doyamıyorsunuz :) Hemen verin Turkcell' e bir 50 kontör, 1 hafta boyunca seçtiğiniz bir Turkcell numarasıyla 1000 kontörlük konuşma yapın. Gece uyurken telefonu açık bırakın, uyanıp aklınıza bişi gelirse söyleyip, uykuya devam edin :)
Veya ben o kadar emzirmem ama yine de kontörlerimi yavaş yavaş bitireyim, birde başka operatörleri arayayım diyorsanız hemen sizde verin bir 50 kontör Turkcell' e, 1 hafta boyunca 250 kontörlük konuşma yapın, diğer operatör ve yerel hat (ev iş no.) aramak da dahil üstelik.
Vodafone ve Avea kullanıcıları; etrafımdakilerin ağırlıklı olarak Turkcell kullanıcısı olduğunu bildiğimden, size geçmiş olsun. Biraz da kendi başınızın çaresine bakın ama olmaski, herşeyi de benden beklemeyin...
Turkcell ciler, bu işlemleri yapıp, 1-2 ay deneme yapın bakalım, önceki faturalarla ne kadar fark olacak, tasarruf ettiğiniz parayı da hemen gidip harcayın, sakın yararlı bişi yapmayın, aman ha acımadan ezin :)



18 Haziran 2009 Perşembe

Balat' ta Köfteci

Bugün size bir restorandan bahsetmek istiyorum. Ama öyle sosyetik ve lüks bir yer değil. Çapanın dükkanlarını, Kuruçeşme yeme içmelerini zaten tüm dergilerde herkesler yazıyor.Ben size gizli kalmış, çok da bilinmeyen bir mekandan bahsedeceğim.Mavi Köşe Lokantası adlı bu yer Balat' ta ve tam anlamıyla klasik bir esnaf lokantası. Hani anam-babam usülü derler ya o hesap :) Semt sakinleri Köfteci Arnavut derlermiş buraya..
63 yıldır varolan lokanta özellikle öğlen saatlerinde gerçekten kalabalık oluyor ve saat 2 civarlarından gittiğinizde bazı yemekleri tadamadan dönebilirsiniz. Misal bugün bizim başkanlar ekibini götüreyim de beraber yemek yiyelim dedim ama adamlar yoğun, kendilerinin de bilmediği saçma sapan evrak işleriyle uğraşmaktan gelemediler, bende öğlen ikiye doğru gidebildim, malesef nefis tereyağlı mercimek çorbasından içemedim, bitmişti..Neyse ki işkembe çorbası vardı da onu bayılttım. Köftesi ve piyazı meşhur, ciğeri de oldukça leziz, yanında da çömlekte Silivri yoğurdunu veya aynı yoğurttan yapılma cacığı götürebilirsiniz.Alternatif olarak bir veya iki çeşit günlük değişen sulu yemek de oluyor.
Eğer midede yer kalırsa sütlaç da deneyin, Kemalpaşa tatlısı da var ama ben pek hazzetmem, dolayısıyla hiç denemedim..
Dışarıdan son derece salaş görünen, içerisi de aynı derecede salaş fakat bir o kadar da samimi bir yer. Bilmeyen birisi burada da yemek mi yenir diyebilir ama o dakika çok şey kaçırmış olur..Aile işletmesi, bir kardeş pişiriyor, diğeri servis yapıyor, bir başkası hesap alıyor.
Kardeşlerden saçı az olanı (kel demeyelim, olanlar alınmasın!!) tam bir laz oğli, şimdiye kadar gittiğim herhangi bir gün içeriye giren müşteriye laf atmadığını, takılmadığını görmedim, çok bomba adam. Hele ki siz laf atarsanız, işte o zaman elemanın potansiyelini görürsünüz..
Fiyatlar klasik bir esnaf lokantasından bekleneceği üzere son derece hesaplı, yolunuz o taraflara düşerse mutlaka deneyin.
Bu arada genelde yazıp çizerler, ama ne telefon ne adres belirtiler, biz de sap gibi ulan nerde ki bu lokanta deriz, ama ben yazıyorum, bu kıyağımı da unutmayın :)

Mürselpaşa Caddesi, No: 155, Köprübaşı, Balat
Tel:0212
531 66 52

17 Haziran 2009 Çarşamba

Merhaba


Ve sonunda :)
Eğer yanlış hatıramıyorsam bundan 6 - 7 sene evel "Yatış Ekibi" isimli bir internet sitesi kurup, o zamanlar yaptığımız gezme tozmaları, aktiviteleri, gördüklerimizi, kısacası olan biten ne varsa resimleriyle birlikte siteye koymayı ciddi olarak düşünüyorduk. Fakat nedense bir türlü hayata geçiremedik ve ekip dağıldı, bu fikir de kaynadı gitti.
Son zamanlarda sıklıkla blog okumaya başlamıştım ve aniden çizgi filmlerdeki ampul yanma modeli bende de oldu, girip şu Blogger.com dan bir de ben adres alayım dedim, sonra da ilk satırlarımı yazmaya başladım.
Bundan böyle Herşeyi Bilen Adam olarak buradan sizlerle bildiklerimi paylaşmaya başlıyorum, şimdilik görüşmek üzere diyerek huzurlarınızdan ayrılıyorum..