Bu Blogda Ara

22 Ekim 2010 Cuma

Paris


Sonunda Paris seyahatine gelebildik. Bir süredir paylaşacağımı ilettiğim seyahate, biraz gecikmeli de olsa nihayet sıra geldi. Uçakta millerimiz sağolsun "perdenin" arkasındayız! Hiç haberimiz olmamasına rağmen çok tesadüfi bir şekilde tam da Paris' te düzenlenen iki ayrı tekstil fuarı tarihlerine denk gelmişiz. Bunu uçağa giriş sırasında birtakım kalantor abilerin "sende mi fuara", "vay naber hangi oteldesin" vs. muhabbetlerinden farkediyoruz. Koltuklarımıza bir oturduk ki Allah' ım nereye düştük olduk. Perdenin arkasında bizim dışımızdaki herkes birbirini tanıyor ve muhabbet şöyle gidiyor, biri diğerine "Bizde İtalya' da yeni fabrika aldık, şimdi çalışanları seçmekle uğraşıyoruz", diğeri başka birine altı-yedi sıfırlı ihracat rakamlarından bahsediyor falanlar filanlar.
Biz ise kendi halimizde şaşkın şaşkın etrafımızı dinliyoruz..Kazananlar klubünün üyelerinin muhabbetlerinden gına gelince, kulaklığı takıp kendimizi gazete ve dergiye verdik haliyle. Sorunsuz seyahatimiz sonrası daha uçaktan dışarı adım attık ki yanlış anlaşılmasın daha körüğe geçtik, karşımızda iki Fransız polisi pasaport sordu. Çüş artık, bu kadar da olmaz gibisinden bir bakış fırlatıp gösterdik amcalara pasaportları ve körüğe girebildik. Tabi arkasından yine normal pasaport kontrolüne giriliyor merak etmeyin..Bavulları aldık, dışarı çıkacağız iki kamil daha çevirdi ve yine pasaport kontrolü. Zaten baymışım, daha önce iki farklı kişiye gösterdik yetmedi mi diye sordum. Kamil şaşırdı, tekrar ama daha kibar bir dille bakması gerektiğini söyledi, bizde tekrar ve üçüncü kez verdik, arkasından ahret soruları başladı. Niye geldiniz, kaç gün kalacaksınız, nerde kalıyorsunuz, ne zaman dönüş, kaç paran var vs. En son kaç paran var sorusunda iyice arızaya bağladım ve kaç para lazım, ihtiyacın mı var diye sordum herife. Adam duraksadı ve pasaportlarımızı geri verip buyrun geçin dedi sonunda.
Bavulları alıp shuttle durağına geçtik ve beklemeye başladık. Nereden bilebilirdim ki önümüzdeki bir saatin acılı geçeceğini..Neyse shuttle geldi, bavulları alıp otobüse bindik ve havaalanından şehre doğru yolculuk başladı. TEM benzeri bir yolda seyir halindeyiz, etrafı seyrederek bir 20 dk. yol aldık ki canım karım bana dönüp, "hayatım kitabım sende mi?" diye bir soru yöneltti. Bende dönüp, "ne kitabı?"diye sordum. Yüzü hafiften değişerek "hani uçakta okuyordum ya Evrenden Torpilim Var ismi, arasına da pasaportumu koymuştum" dedi ve bir an için boynumdan yukarı doğru bir ısı artışı hissettim. "Hayır ben kitap falan almadım, çantana bak" dedim, bu sırada da içimden ne olur çantada olsun diye duaya başladım. Tabi ki çantada değildi, hatta yanımızda da değildi..Sevgili karım kitap ayracı olarak pasaport kullanmayı tercih etmişti, üstüne üstlük kitap ve pasaportu bavul taşımada kullandığımız arabaların sepet kısmında bırakmıştı. Hışımla ayağa kalktım ve otobüsten inmeye yeltendim ki birden havaalanı ile Paris merkez arasında çalışan, yol boyunca hiç durmayan shuttle' da olduğumuzu hatırladım. Bu sırada karşımızda oturan iki Fransız kadın anlamaz gözlerle şaşkın şaşkın bize bakıyor. Tekrar yerime oturdum ve sinir küpü halinde önümüzdeki birkaç gün boyunca konsoloslukta ne tip sürünme ve işkenceler yaşayabiliriz diye düşünmeye başladım. Bu sırada canım karım bana "hayatım iyi tarafından bakalım, bak şu an yaşıyoruz ya uçak düşseydi de ölseydik, olan pasaport kaybı olsun" gibi çeşitli avutma cümleleri kurmakla meşguldü! Birden aklıma Serdar Turgut geldi. Karısıyla yaşadıklarını yazdığı komik yazıları okuyup kendi kendime gülerdim, meğer insanın başına gelmesi gerekiyormuş ki gülmek ya da ağlamak arasında seçim yapılabilsin!
Kafamı toparlayıp düşünmeye başladım. Gelişmiş bir Avrupa ülkesinde kaybolan bir pasaportun bulunma ihtimali, bizim ülkemize göre yüksekti. Havaalanına geri dönüp kayıp bürosuna gidip pasaport bulan olup olmadığını sorgulamak, eğer henüz bulunmadıysa kaybedildiğine dair bilgi bırakıp bulunması halinde de haber vermeleri amacıyla iletişim bilgilerimizi bırakmak yerinde olacaktı. Önce shuttle merkeze geldiğinde inmeyerek aynı otobüsle geri dönmeyi düşündüm, ama sonra nasıl olsa merkeze gelmişken gidip otele giriş yapıp bavulları bırakıp öyle geri dönmek daha uygun olur diye düşündüm. Kayıp bürosuna gerekli başvuruyu yaptıktan sonra da Paris' e geri dönüp konsolosluğa müracaat etmek gerekecekti. Neyse shuttle merkeze geldi, La Fayette' in önünde inip otele doğru yürümeye başladık ki telefonum çaldı. Baktım tanımadık yurtdışı bir numara. Açtım, karşıdaki ses ismimi söyleyerek müsaitsem görüşmek istediğini sordu, bende buyrun tabi dedim. Ve ardından söyledikleri sanki kızgın kumda bir süre çıplak ayak yürüdükten sonra serin sulara basma hissi yarattı..
Arayan THY havaalanı ofisten bir yetkiliydi, kayıp pasaportumuz bulunmuştu, kendilerinden uğrayıp alabilirdik. O an şu anda müsait değiliz, Paris' e yeni geldiğimiz için biraz dolaşacağız, siz lütfen kuryeyle otelimize gönderin demeyi düşündüm, desem de yalan olur, şaka yapıyorum merak etmeyin..Minnettarlığımı belirten birkaç sözden sonra 1 saat içerisinde orada olacağımı söyleyerek tekrar tekrar teşekkür edip telefonu kapadım. Otele varır varmaz bavulları odaya fırlattık ve aynen havaalanına geri dönüş..THY ofise vardık, kendimi tanıttım, pasaportu aldık ve bir rahatlama dalgası daha yayıldı içimde. Bu sırada canım karım "sor bakalım kitap neredeymiş, onu bulamamışlar mı?" diye bir soru yöneltti. Haliyle cevap verilesi bir soru değildi ve yeniden merkeze dönmek üzere shuttle a yürümeye başladım. İşte Paris' teki ilk günümüz havaalanı-merkez arasında gidip gelerek böyle geçti..
Paris bilgileri bir sonraki yazıda geliyor, saygılar.

15 Ekim 2010 Cuma

Sota Mekan




Bir türlü Paris seyahatini anlatamadım nedense, yine konu seyahat dışı, ama bir sonraki yazı konusu mutlaka Paris olacak, Oray Eğin' in dediği gibi, seyahat hanut değil alın teri ;)
Her ne kadar Cihangir, Beyoğlu, Taksim civarı mekanlardan pek hazetmesemde, yandaki resimlerde de görüldüğü gibi içeri girer girmez sizi başka bir boyuta geçiren farklı dekorasyonu ve aynı Limonlu Bahçe' deki bahçeye girişteki hissi yaşatan şirin bahçesi ile yeni ve pek de keşfedilmemiş bir yer olmasından ötürü tavsiye edeceğim bir yer Sota. İç mekan gerçekten çok çok büyük, büyük giriş kapısından başlayarak birbirinden farklı dekore edilmiş ve köşedeki kuyruklu piyanosuyla ortam sanki bir film setini andırıyor. Hemen belirteyim eğer çalmayı biliyorsanız çekinmeden piyanonun başına oturup yeteneklerinizi sergileyebilirsiniz. Ayrıca iç mekan duvarlarında Ara Güler' in objektifinden "Sota Yerler" isimli bir sergi de yer alıyor. Bunda mekanın ortaklarından birinin Ara Güler ile çalışmasının payı büyük elbette..
Adından da anlaşılacağı üzere kıyıda köşede kalmış mekan, pek yol üstü uğrak yerlerinden değil, şu sıralar sobe yemek istemeyenlerin favorisi olabilir. Tam Cihangir' den Çukurcuma' ya inen yokuşta, sağdaki çıkmaz sokakta yer alıyor. Cihangir' deki meşhur ve kalabalık mekanların tersine hem personel, hem de müşteri kitlesi olarak sıcakkanlı bir ortam var, kendini beğenmişlikten uzak havası kendinizi rahat hissetmenizi sağlıyor. Servis hafiften ağır olsa da iyi niyetli ve güleryüzlü çalışanlar bu açığı kapatıyor.
Hem bahçede hem de iç mekanda oluşturulan birbirinden bağımsız oturma grupları ister yemek, ister çay kahve, ister kitap okuma için konuşlanabileceğiniz bölümler yaratmış. Rahatsız edilmeden sakin bir ortamda uzun saatler geçirebilirsiniz.
Menü zengin sayılabilecek genişlikte, dünya mutfağından tanıdık yemekler, salatalar, ara sıcaklar dışında ülkemizin yerel lezzetlerinden örneklerde var ve hoşuma giden bir detay; istediğiniz saatte kahvaltı veriyorlar aklınızda olsun.
Açık adres; Altıpatlar Sok. Çubukçu Çıkmazı 3A, Çukurcuma Tel: 293 53 00
Sote yer arayanlara şiddetle tavsiye olunur, gittiğinizde Civeleği sorun, benden de selam söyleyin ;)

27 Eylül 2010 Pazartesi

Seabird


Seyahat dönüşü yeni keşfim olan bir cep telefonunu paylaşmak istiyorum sizlerle. Mozilla tarafından geliştirilmiş ve adı Seabird konmuş, hayal gücü sınırlarını zorlayan bir alet. Lafı fazla uzatmadan videoyu izlemeye davet ediyorum. Herkes youtube açamıyor diye ulaşılabilir bir video paylaşım sitesi daha seçtim, bu kıyağımı da unutmayın ;)
Ne zaman çıkıyor bilmiyorum ama şiddetli bir satın alma arzusu uyandırdığı kesin..

http://www.youtube.com/watch?v=oG3tLxEQEdg

http://www.metacafe.com/watch/5245668/mozilla_seabird_2d/

4 Eylül 2010 Cumartesi

Sapanca Titiz




Uzun süredir yazmayı ertelediğim bir kahvaltı mekanını paylaşıyorum sizinle bugün. Sapanca' ya yolunuz düşerse gişelerden çıktığınızda göbekten sola dönüp 200 metre sonra sağ kolda göreceğiniz mekan, aslında bölgede ızgara etçi olarak bilinse de, bizim favori kahvaltı yerimiz olmuş durumda.
Girişte müstakil bir ev görünümünde, içine girdiğinizde otantik bir ortam sizi karşılıyor. Eskilerden kalma kap, kacak, eski tip radyo ve telefonlar, sağa sola asılı ıvır zıvırlar ile ortada yer alan soba karmakarışık ama sıcak bir ortam yaratmış. Mutfağın önünden geçip arka tarafa resimlerde gördüğünüz şirin bahçeye geçiyorsunuz. Sakin ve temiz havalı bir ortam sizi karşılıyor, ağaç masa ve sandalyelere kurulup siparişinizi veriyorsunuz. Serpme kahvaltı geliyor, iki farklı çeşit beyaz peynir, taze kaşar, domates, salatalık, biber, 3 çeşit zeytin, sızma zeytinyağı, iki farklı çeşit reçel, bal - kaymak, sucuk, yumurta, ayrıca omlet ve tabi sınırsız çay/kahve. Özellikle hamurunu mutlaka isteyin, gerçekten tadından yenmez, bir de patates kızartması nefis oluyor. .
Aile işletmesi, sahipleri kendi çalışıyorlar, eş dost akraba da yardım ediyor elinden geldiğince. Hafta içi serviste aksama yok, yoğunluk olmuyor çünkü. Fakat haftasonu mutlaka erken gidin, sabah ondan önce oturmuş olmalısınız, yoksa öyle bir kalabalık birden bire mekana çöküyor ki, kahvaltı etmek ızdırap haline gelebilir. Servis bir anda sıfıra iniyor, istediğiniz şey çoğu zaman çok geç geliyor veya unutulduğu için gelmiyor, haliyle bu durum fazlasıyla arıza yaşanmasına sebep oluyor..Eğer geç kaldıysanız bir tavsiye, hemen mutfağın karşısına oturun, serviste aksama yaşamayın.
Bununla birlikte Sapanca bölgesinde görüp görebileceğiniz en kaliteli kahvaltı ve malzemeyi bulabileceğinizi garanti edebilirim. Mekan sahibi amcayla yaptığımız sohbette peynirleri ve kaymağı kendisinin gidip bizzat Adapazarı' nda bulunan bir çiftlikten aldığını, balın Muş' tan özel geldiğini, domates, salatalık, yumurta, biber vs. için yörede bulunan köylüden alışveriş yaptığını öğreniyorum. Hamurlar ise ailenin hanımlarının elinden çıkma, zaten lezzetten belli oluyor.
Kahvaltı sırasında istediğiniz herhangi bir çeşit biterse ve yeniden isterseniz fiyata dahil, o yüzden çekinmeyin, tıka basa yiyin, kendi adıma söylemek gerekirse Titiz' e kahvaltıya gittiğimizde bütün bir gün başka bir şey yeme ihtiyacı hissetmiyorum, kısıtlama yapmıyorum, geniş geniş :):)
Sürekli kahvaltıya gidiyoruz, bir de ızgara etleri deneyelim diye aramızda konuşuyoruz uzun zamandır, Ramazan geçsin, onu da yazacağım merak etmeyin, haydi afiyet olsun.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Martin Mystere Atlantis

Kendimi bildim bileli çizgi romanlara düşkün olmuşumdur. Okuma yazma öğrendikten sonra çizgi roman dünyasını keşfeden, o lezzeti aldı mı bir daha elinden bırakamaz. Kendi adıma söylemek gerekirse hala kovaladığım konulardan biridir. Çizgi roman ülkemizde çok takip edilmese de özellikle Amerika' da konuya ilgi öylesine yoğundur ki, bu işle ilgili fuar bile vardır. Gazetelerde geçen hafta yer almıştı, dikkatli olanlarınız hatırlayacaklardır, San-Diego ' da düzenlenmekte olan Comic Con Fuarı' nda Hollywood şöhretleri bol bol görüntü vermişlerdi. Bu fuar şöhretli Hollywood starlarının piyasa yaptığı, çizgi romandan sinemaya aktarılması düşünülen olası film projelerinin oyuncu kadrolarının bağlandığı ortamlardan biri olarak görülür.
70' li yıllarda doğanlar hatırlayacaklardır, o zamanlar oldukça popüler olan Zagor, Mister No, Superman, Conan, Örümcek Adam (favorilerimdendir), Kaptan America, Batman, Teksas, Teks, Kaptan Swing (son üçünden ben pek hazzetmem) gibi çizgi romanlardan biraz ayrılan Atlantis/ Martin Mystere en çok ilgimi çeken çizgi roman olmuştur. Salt macera peşinde koşan karakterlerden farklı olarak Martin Mystere karakterinin günlük hayata yakınlığı ve kişisel problemleri, yıllardır nişanlı olduğu kız arkadaşıyla (Diana) ilişkisindeki iniş-çıkışlar, sürekli bir seyahat durumu ve dünyanın çeşitli ülkelerinde, çeşitli bölgelerde geçen maceralar dışında çizgi romanda geçen konularda bildiğimiz gerçekliğin asla modifiye edilmemesi, asla çığır açan değişiklikler olmaması, gerçeğe olan bu yakınlık, müthiş hoşuma giderdi. Tabi kendisinin ailesinden kalan yüklü bir mirasa sahip oluşu, üst düzey yaşam tarzı, Ferrari' ler, NY de lüks bir ev, anlayacağınız Dolce Vita o zamanlardan aklıma yer etmiş :)
Bunun yanında iyi eğitimli bir profesör olarak her konuda derin bilgiye sahip olması, güçlü hisleri ve sezgileriyle Bay Mystere' i tehlikelerden koruyan, anlaşılmaz mırıltılar çıkaran ve asistanı olarak yancı kontenjanında yanında gezen Neanderthal adamı Java (ki sonuncusu yaklaşık 20.000 yıl evel yeryüzünden kalkmıştır) sahibi olduğu Atlantis kıtasından kalma insanı bir süre felce uğratan ışın silahı, karakteri benim için fazlasıyla ilgi çekici yapmaktaydı.
O zamanlar şimdiki gibi yok D&R mış, yok Remzi Kitapevi' ymiş nerdee, derme çatma gazete bayilerinden yakaladıkça alıp, koşarak eve gelip soluksuz okurdum. Genelde tek bir kitapta macera sona ererdi ama hele devamı bir sonraki sayıda olsun, işte en uyuz olduğum şey buydu, çünkü işin yoksa bir sonraki kitabi ara ki bulasın :)
Kahramanımız sürekli olarak doğaüstü olayları araştırır, bir yerlerden kendisine ulaşan ve olayı araştırmasını isteyen kişileri kıramayıp maceraya atılır, çoğu zaman bu kişiler güzel kızlar olur ve nişanlısı Diana ile arıza çıkar :) Olay araştırmasına girildikçe UFO' ların varlığı ile ilgili kanıtlar, geçmişte bizden çok daha ileri seviyede olan medeniyetlerin varlığı, doğaüstü olaylar gibi hep tarihte bize öğretilenden farklı, bambaşka sonuçlar ortaya çıkar, bu sonuçlar da bir şekilde Atlantis ve Mu kıtalarıyla ilintili olur. Fakat Kara Adamlar denilen ve politika, endüstri, kültür ve dini sektörlerde en üst konumlara ulaşmış olan, gizlice tarih sürecini şekillendiren ve dünyanın her yerine uzanan büyük organizasyon bu sonuçların üstünü örtmek için elinden geleni yapar ve hep başarılı olur, çoğu zaman da Bay Mystere, Java' nın da yardımı ile son anda canını kurtarır.
Son 10 senelik dönemde artan trendle çizgi roman kahramanlarının beyaz perdede canlanması ve dünyada büyük ilgi görmesi, ardı ardına yeni filmlerin çevrilmesine sebep oluyor. Hollywood ekibine nacizane tavsiyem, Superman, Batman, Örümcek Adam gibi aksiyon kahramanlarından biraz uzaklaşıp, daha gerçekçi ve normale yakın olan Martin Mystere / Atlantis çizgi romanını beyaz perdeye aktarmaları :) Emin olun büyük ilgi görecektir. Başrol olarak Martin Mystere karakterine Pierce Brosnan bana göre cuk oturur. Şık takım elbiseler, yakışıklı, asilzade salon erkeği görünümü dışında, yaş itibariyle de çizgi roman kahramanıyla birebir örtüşecektir.
Uzatmalı nişanlısı, güzel sarışın arıza Diana' yı ise Charlize Theron, Neanderthal adamı asistan Java ise biraz makyajla ve şişirilmiş vücutla Javier Bardem olabilir. Eski dost yeni hasım Sergei Orloff için ise Daniel Craig düşünülebilir..
Büyük prodüksiyonlu bir film yerine Lost gibi sürekliliği olan dizi olarak çevrilmesi de hiç fena olmaz hani, dur ben şu JJ Abrams kardeşime mail atayım da Fox' a sunsun bu fikri, Fringe' den sonra yeni bir tutkumuz doğabilir :)


14 Ağustos 2010 Cumartesi

Serdar Ortaç Kuruçeşme






Yoğun işlerimiz mecburi uzun bir ara vermeme sebep olsa da burayı başıboş bırakmış değiliz merak etmeyin. Pek hesapta olmayan bir şekilde Kuruçeşme Arena' daki Serdar Ortaç konserine düştüm. Aslında kız kıza tayfası gidecekti ama son dakikada bir bilet boşa çıktı, yoğun ısrarlara! dayanamayıp bende konuya dahil oldum :)
Konserin başlamasına yarım saat kala evden çıkmamıza rağmen trafik kabusu yüzünden Etiler - Kuruçeşme arasını 55 dk sürede alınca, otoparka girerken amcanın sahneye çıkışını arabada duyduk. Öyle bir trafik vardı ki Ulus Sunset/29 girişinden kilitliydi düşünün..
Zar zor arabayı otoparka bıraktık, adamlar neredeyse almıyordu, arabayı girişe bırakıp anahtarı metazori bıraktım diyebilirim. Konser yarım saat gecikmeli de olsa başlamış, insan seli akmaya devam ediyor. Sıcak bir yandan, kalabalık bir yandan, içerisi yüzbin biletli :)
Konser sponsoru Garanti Bonus Card girişe stant kurmuş, Kadir İnanır' a bile taktırdıkları bonus peruklarında satıyorlar gelene geçene, hem de yemyeşil. Bizim ekip durur mu, anında alındı ve takıldı, yakışıp yakışmadığına resme bakıp karar verin :)
Bu adamda gerçekten başka bir şeyler var, her şarkıda millet hop oturup hop kalkıyor. Sözler ne kadar birbiriyle alakasız olsa da, şarkıların büyük bölümü sürekli kendini tekrar eden benzer ritimlerden oluşsa da, her yeni şarkıda binlerce kişilik kalabalık kanı kaynayarak oynuyor, zıplıyor. Dokuz sekizlik ritm bu ülke insanının en sevdiği tarz olsa gerek, başka türlü bu durumun açıklanası yok sayın seyiciler :)
Ağırlıklı yeni albümden oluşan şarkılar arasına önceki albümlerden seçmeler de serpiştirilmiş, her birini ezbere biliyoruz. Fakat amca fazla mı konuşuyor ne? Şarkı aralarında bir stand - up durumu var, biraz zorlama kaçmış bana göre. Hele erkek vokalistin yalaka/yancı hali, hareket ve tavırları çok eğreti durmuş. Sanırım bu durum amcanın da hoşuna gidiyor olmalı, gayet uyumlular konuşmalarda. PS3 oynayarak sabahlamalarına, karşılıklı maçlarına, albüm çalışmalarında yaşadıkları vs. ne kadar gereksiz detay varsa öğrendik maşallah..
Bu arada asla tarzım olmamasına rağmen amcanın kıpkırmızı dar kesim takım elbisesinin hiç de kötü durmadığını eklemeliyim, hatta yakışmış bile. Gerçi 42 derecede ceket 3 dk sonra fırlatılıp atıldı ama olsun :) Erkek vokalistimizin giyim kuşam konusunda daha fazla yancılığa ihtiyacı var, olmamış sınıfta kaldı. Diğer iki vokalist kızlarımıza da üst baş yardımı lazım, mini etek ve bronz ten kötü kıyafetleri kapatmaya yetmiyor. Ama vokalist kızlarımızın birinde bir ses var, tüm olumsuzlukları kapatmaya yetti. Gerçekten çok güzel sesi var, vokalde hemen dikkati çekiyordu, amca ara verdiğinde sahneyi kızımıza bıraktı ve kızımız da şakıdı. Keşke şarkıda eko verilmeseydi, kızın ses arada kaynadı, buna rağmen sesi çok başarılı, arada kaynayıp gitmezse bu kızda iş var derim, albüm gelir kesin. Gerçi Serdar bu yetiştirme işlerinde pek etkin değil, geçmişte yine böyle çok güzel sesli bir vokalisti vardı, yanlış hatırlamıyorsam hafif etine dolgun bir kızımızdı, sonra nedense yok olup gitti..
Erkek vokaliste ise aynı şeyleri söyleyemeyeceğim, amca adama klasik Serdar şarkılarından birini paslamış ama yancı vokalci öyle bir söyledi ki nerde Serdaaar nerde vokalist, geberik..
Konser bitiminden 15 dk önce çıtırdan çıkışa doğru uzayıp dışarı çıktık ki yüzbin biletli arasında tıklım tıkış kalmayalım hesabı. Ordan çıkıp Reina' ya geçtik, müzik sanılanın aksine oldukça yüksek sesliydi, hepimiz şaşırdık, hoşumuza gitti. Eskilerden birkaç tanıdıkla rastlaşıldı, sohbet, muhabbet, makara kukara, 2 saat sonra hadi gidelim olduk, eskisi gibi değiliz artık yaş ilerledi sanırım, sabahlar olmasın durumları artık yemiyor, bünye yoruluyor kardeş :)

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Kıbrıs


Neredeyse 10 yıl olmuş gelmeyeli, bu kadar yakın olan bu şirin adaya neden daha sık aralıklarla gelmeyiz ki, ha Antalya ha Kıbrıs..
Her neyse, özel işlerimiz için Girne' deyiz. Bu arada kardeşimin de malum vatani görevini yapmak için Kıbrıs' ta olması bize de bahane oldu, ona da çarşıya çıkmak için 2 günlük güzel bir fırsat yarattı, hem de görüşmüş olduk :)
7 saat boyunca Girne sokaklarını tavaf ettikten sonra oturup insanın içini ferahlatan ve bir o kadar da şirin görünen marinaya geldik ve yorgunluk atmak üzere restoranlardan birine oturduk. Arka taraf Girne Kalesi, önümüz marina ve deniz, sıra sıra tekneler. Yemeklerden büyük beklentiniz olursa hüsrana uğrayabilirsiniz, çünkü vasatı anca yakalıyor lezzet, karnınız doysun yeter, manzaranın tadını çıkarın. Yandaki fotoğraflarda da görüldüğü üzere sanki Müslüman bir Türk ülkesinde değil de bir Avrupa şehrindeyiz. Gerçi etrafınıza baktığınızda da tüm taksilerin son model ve Mercedes marka olması, trafiğin bize göre tersten yani soldan akıyor olması, plakaların İngiltere benzerliği, tabelaların genelde İngilizce olması gibi detaylar sanki bir Avrupa şehrinde bulunduğunuz hissi veriyor ama olsun. Bir önceki sefere göre çok da fazla değişiklik gördüğümü söyleyemeyeceğim. Yapılar biraz daha modern görünümlü hale gelmiş, araba modelleri yenilenmiş, limuzin Mercedes taksiler ortadan kaybolmuş, bir de dikkatimi çeken Türk markaların artması oldu. Eskiye göre gözle görülür bir artış var denebilir, 10 sene önce Burlington çorap, Teflon tencere ve tava ile porselen cenneti olan Kıbrıs, şimdilerde mini Türkiye havasına bürünmüş. Buradaki belli başlı tekstil markaları orada da küçük küçük mağazalar açmışlar, özellikle Türk kuyum markaları Girne ana caddede yanyana sıralanmış. Bir de eskiden olmayan yeni bir ekol çıkmış sanıyorum, her köşe başında küçük küçük dükkanlar, buralarda LV, Chanel, Hermes vb. markaların çakma ürünleri satılıyor. Anladığım kadarıyla bu iş bir sektör olmuş, çünkü gerçekten çok fazla bu tip dükkan var. En çok hoşuma giden ise tekel bayi veya bakkala girdiğinizde içerinin mini bir duty free dükkanı gibi olması, envayi çeşit içki ve çikolata size bakıyor..Beni sinir eden ise burnumuzun dibinde bizim saçma sapan rakamlar ödeyerek satın aldığımız arabaların yarı yarıya ucuz olmasıydı. Oturduğumuz kafedeki yerel gazetelerin birinde gördüğüm ilan istem dışı küfür etmeme sebep oldu. Çünkü burada hafif dolu bir Renault marka araca ödediğiniz rakamların biraz üstüne C Class Mercedes' e kurulabilirsiniz. Aynı şekilde benzin de yarı yarıya ucuz. Direk buraya taşınmak lazım..
Yerel halkın rahatlığınde ise herhangi bir değişiklik yok. Adamlar öğlen 11-12 gibi dükkanı kapatıp gidiyor, 3 veya 4 e kadar dükkan kapalı. Hele bir dükkan vardı ki evlere şenlik; tesadüfen önünden geçerken vitrindeki Burberry ürünler dikkatimizi çekti, uygun fiyatlı olduğunu da kapıda bekleyen başka bir müşteri söyledi, biz de bari gelmişken bakalım dedik ama kapıda "15:00 te döneceğim" notu asılıydı. 15:30 gibi gittiğimizde not güncellenmişti! ve "16:00 da döneceğim" olarak revize olmuştu. Çok üstünde durmayıp yarın bakarız dedik. Ertesi gün akşamüstü 4 civarında gittik, kapı duvar, bir tur attık geldik notta bu sefer "16:30 da döneceğim" yazıyor. Biraz dolanıp yine geldik, not "17:00 de döneceğim" olmuş. Kardeşim ne zaman yazıp koydun o notu!! Neyse azmettik ya, girip göreceğiz dükkanda ne ürün var, bu sefer 17:00 de geldik, kamilin teki içeride oturuyor, kapı kapalı, bizim gibi gelen 2 müşteri kapıda bekliyor. Camı tıklattım, elimle ne iş? der gibi yaptım, sanki ben dilenciyim de adamdan para dileniyorum veya yapışkan satıcıyım, zorla mal satmaya uğraşıyorum, at hırsızı bana laubali bir tavırla 1 dk. işareti yaptı. Haydaa, ulan olum mal satan ben miyim sen misin, parayı verecek olan benim kamil, sanki zorla iş yaptırıyoruz adama, resmen sinir yaptım, okkalı bir küfür savurup aynen voltaladım. Kalsın Burberry ürünleriyle başbaşa %x&?^^^# herif!!!
Sağolsun kuzen kontenjanından Girne' de Merit Crystal Cove Otel' de konakladık. Tabi ki Casino var, soru gereksiz :) Hatta akşam yemekte yıllar sonra Casino camiasından aynı müşterileri görmek ise büyük sürpriz ve son derece şaşırtıcıydı. Hala aynı hanımlar 10 yıl yaşlanmış olmalarına rağmen iddialı kıyafetler, mücevherler ve çantalarıyla kumara devam ediyorlardı. Bazılarında servet hiç bitmiyor olsa gerek :) Girne' ye bir parça uzak olmasına rağmen oteli tavsiye edebilirim, odalar düzgün, otel denize sıfır, hele tanıdık iseniz servis ve ilgi olarak kendinizi evinizde hissedebilirsiniz.

30 Nisan 2010 Cuma

Dondurma Günü


Dondurma sevenler ajandalarınıza not alın; 5 Mayıs Ben&Jerry' s tarafından "Geleneksel Bedava Dondurma Günü" nün tekrarı olarak kutlanacak ve o gün Bağdat Caddesi, Kanyon, Nişantaşı City' s ve Ümraniye Meydan AVM' de bedava dondurma dağıtılacak. Normalde 27 Nisan tarihinde kutlanan bu gün, bu yıl ikinci kez tekrarlanacak. 32. si düzenlenen organizasyon Ben&Jerry' s firmasınca artık geleneksel hale gelmiş.
Yaşı yetenler hatırlayacaktır, Tansu Çiller ' in başbakan olduğu dönemde Bebek' te açılan Baskin-Robbins dondurmaları ne kadar büyük ilgi görmüştü. Başbakanı nereden hatırlıyorsun diyenler için, evine makam aracıyla özellikle bu marka dondurma getirttiği, hatta Ankara' ya konutuna helikopterle bile istettiği gazetelerde yer almıştı, hiç unutmam..
Şimdi ise özellikle Haagen Dazs ve Ben&Jerry' s marka dondurmalar büyük ilgi görmekte. Bende sıkı bir Haagen Dazs hayranı olmakla birlikte, Yeşilköy Roma Dondurmacısı ve Mado kesme dondurmayı da kolay kolay bırakmam.
Yanda yer alan çekici görüntüye kayıtsız kalmayın, gidin kendinize bir dondurma ısmarlayın :)
Afiyet olsun..

20 Nisan 2010 Salı

Azgın Aygırın Yaptıkları


Son günlerde herkes birbirine anlatıyor, televizyonlar ve radyolarda bütün programlar, bütün spikerler bu konudan bahsediyor. Sahibi belli olmayan azgın aygır tutulmakta olduğu yerdeki çitleri kırarak yan taraftaki at çiftliğinde 5 ayrı kısrak ve üstüne bir de eşekle çiftleşiyor :)
CnnTurk te program yapmakta olan Cüneyt Özdemir, at çiftliğinin sahibini canlı yayına alıyor ve soruları sormaya başlıyor, izlerken gülmekten yere düştüm, gözümden yaş geldi :) Zaten Cüneyt Özdemir' de kendini tutamayıp gülme krizine giriyor :)
Fazla uzatmadan video yu izlemeye davet ediyorum, aşağıdaki linki tıklayın:

http://video.milliyet.com.tr/Magdur-atin-sahibi-kopardi_1_37590.htm?auto=1

8 Nisan 2010 Perşembe

Wagyu


Tamam canım, size Uzakdoğu' dan haberleri de verecektim, unutmadım merak etmeyin! Haydi size güzel bir steak restoranı tavsiye edeyim de yolunuz Hong Kong' a düşerse kulaklarımı çınlatırsınız artık :) Hong Kong' ta geçirdiğimiz süre boyunca buraların piri olan arkadaşımızdan aldığımız tavsiyeler doğrultusunda, Wagyu adlı meşhur Avustralya steak restoranına gitmeye karar verdik. Piri derken yanlış anlaşılmasın, şaka değil gerçekten buraları esir almış bir arkadaştan söz ediyorum. Öyle ki bir bara gidip şişe açtırıp, bitiremediği şişenin üzerine ismini yazdırıp, ertesi gün tekrar içmek üzere bara kaldırtıyor kendileri. Arkadaşımız "Hacı inan böyle eti Amerika' daki steak restoranlarında bile zor yersin, mutlaka dene ama rezervasyon yaptırmayı unutma" demişti. Kendileri dünyanın hemen hemen her ülkesine ziyarette bulunduğundan, yeme içme konusuna da meraklı olduğundan tavsiyelerini dikkate alırım mutlaka.
Bu arada bizde laf dinleriz haliyle, önce rezervasyonumuzu yaptırdık, sonra da yola koyulduk. Hong Kong' u bilmeyenler için kısaca tarif etmek gerekirse; gece hayatının kalbi meşhur Lan Kwai Fong bölgesindeki yokuş aşağı sokak üzerinde bulunan Cavern adlı barı geçince soldan yukarı doğru çıkan merdivenlerden üst sokağa geçiyorsunuz ve tam Lan Kwai Fong otelin önüne çıkıyorsunuz. Fakat burada şöyle bir handikap var, otelin tepesinde yer alan açık hava restoran/barı Azure' nin kızları broşür verme bahanesiyle kolunuza kelepçeyi takıp başlıyor anlatmaya. Bizim rezervasyon var, gitmemiz lazım şeklindeki kaçış planlarınıza, iptal edin gelin bu akşam bizi deneyin, ilk içkiniz bedava, organik bilmem ne suyumuzu mutlaka denemelisiniz gibi karşı ataklarla cevap veriyorlar. Sonunda yemek sonrası ziyaret sözü vererek kızımızdan kurtulup uzadık.
Restoranın önüne park etmiş üstü açık Aston Martin ve Maybach (ki kendileri 1 milyon Euro fiyatla satılır!) marka arabaları gördüğümüzde Allah nereye geldik olduk..Cephesi yaklaşık 12-13 metre olan dükkanın sol tarafında cephenin yarısına kadar uzanan bar yer alıyor. Önündeki sandalyelerde ve dükkanın hemen önündeki kaldırıma attığı bar masalarında, içkilerini yudumlayan iyi giyimli Avrupalılar da hemen dikkat çekiyor. İnsanların arasından geçerek bizi karşılayan hostes kıza rezervasyonumuz olduğunu söyledik, son derece nazik bir tavırla bizi masamıza aldı ve aperatif almak isteyip istemediğimizi sordu. Mekanın dekorasyonu ahşap ağırlıklı ve çok sıcak döşenmiş, ortam oldukça loş, aydınlatma resimde görüldüğü gibi hiç değil, hatta biraz karanlık bile denebilir. Müzik ne çok yüksek ne çok alçak, kararında. İçeride bir tane bile çekik yoktu biz girdiğimizde, tamamı Avrupalı, sanki çekiklere kapalı bu mekan. Sonra nedense yan masamıza gelen grubun içinde bir çekik kız geldi ama aksanı Amerikalı gibiydi, sanırım ağırlıkla yabancıların tercih ettiği bir yer.
Garsonumuz da hostes kız gibi son derece nazik ve işine hakim bir Filipinliydi, önerileri, açıklamaları tam olması gerektiği gibiydi. Son günlerde sürekli yediğimiz fast food yiyeceklerin ardından bu menü oldukça iyi geldi diyebilirim. Abartmamak için kendime 300 gr lık orta pişmiş bir steak söyledim, eşim de kendisine Special Wagyu Burger istedi.
Yemeklerimizi beklerken getirilen otlu tereyağ, sızma zeytinyağı ve enfes ekmekleri mideye indirdik. Bu sırada menüyü inceledim ve yazdığına göre burada satılan etlerin tamamı Avustralya' da kendi çiftliklerinde yetiştirdikleri sığırlardan elde ediliyor ve getirtiliyormuş. Menüyü inceleyene kadar buranın sadece bir steak restoranı olduğunu zannediyordum fakat neredeyse et seçenekleri kadar deniz ürünü seçenekleri de mevcut, yani et yemek istemeyen deniz ürününe kayabilir.
Sonunda yemeklerimiz de geldi, istediğim et tam kıvamında pişmişti, altında bulunan karamelize edilmiş soğan ve mantar ile yan tat olarak istediğim sarımsaklı ıspanak son derece lezizdi.
Eşimin steak burgeri de gerçekten oldukça lezzetliydi, her iki menü de Amerikan restoranlarına benzer şekilde oldukça büyük ve doyurucu gelmişti. Tabi hemen bize tavsiyeyi yapan arkadaşa mesajı patlattım ve tavsiyesi için teşekkür ettim.
Bu arada Ayhan Sicimoğlu deyimiyle bu yan tat işinin hastasıyım. İlk defa 3 sene evel Mikla' da keşfettiğim bu uygulama ile yemek yanına sevdiğiniz, ağız tadınıza uygun olabilecek çeşit çeşit meze porsiyonunda seçeneklerle, tabiri caizse ana yemeğinize yancı alıyorsunuz.
Yemeğin yanında ben şarap sevmediğimden fıçı Guiness bira söyledim, eşimde klasik olarak diet kola buzlu, ama Avustralya ağırlıklı olmak üzere hatırı sayılır sayıda şarap seçeneğine sahip şarap menüsü de mevcut.
Tatlı olarak ortaya New York Style Cheesecake söyledik, buda son derece lezzetli çıktı. Yolunuz Hong Kong' a düşerse Wagyu' yu mutlaka denemenizi şiddetle tavsiye ederim, süpriz yaşamadan, çok çok lezzetli etleri götürürsünüz, garanti veriyorum. Fiyat olarak Hong Kong standartlarında ortalama diyebiliriz, 110 USD civarında bir ödeme yaptık, ama biz şarap içmedik, şarap içme durumunuza göre hesap yukarı doğru ivme kazanacaktır.
Aslında çıkışta yemek öncesi yakalanıp esir düştüğümüz Azure kızına söz vermiştik, fakat öyle bir doyduk ki 2 saat oturup, leziz etlerle tıka basa doyduktan sonra üzerine yine 2 saat oturup Hong Kong manzarası seyretmek cazip gelmedi ve bahar havasında Lan Kwai Fong sokaklarında yürüyüşü tercih ettik. Çıkarken kapıda bu sefer üstü açık Ferrari F430 ve Rolls Royce vardı, sanırım bu abuk sabuk pahalı arabalar Hong Kong da bedava dağıtılıyor, 3 saatte bu kadar üst düzey araba görmek bünyeye iyi gelmiyor :)
Azure' ye sözümüz olsun, bir dahaki sefere deneyeceğiz artık..

Rezervasyon için;
Wagyu Hong Kong, Telefon: 0852 2525 8805

24 Mart 2010 Çarşamba

Yeşilköy' de Balıkçı


Şimdi "Yeşilköy' de Balıkçı" başlığını görünce hemen atlamayın, Balıkçı Yüksel benzeri, bütçede acı verecek hesaplar ödemenize yol açacak yerlerden birinin tanıtımını yapmayacağım. Uzakdoğu seyahati dönüşü buluştuğum arkadaşım sayesinde öğrendiğim, tahmin bile edemeyeceğiniz bir yere konuşlanmış balıkçıyı öğreteceğim size. Sakin olun, Uzakdoğu' dan da haberler yolda, sırayla herşey!
Eski Bakırköy' lüler ve Yeşilköy' lüler mutlaka biliyordur burayı, marinanın sonunda çekek yeri denilen, teknelerin bakıma alındığı bölümün en sonunda, gözlerden uzak küçücük bir dükkan. Yol boyunca sağ tarafta tekne bakımında kullanılan alet, edevatların depolandığı dükkan benzeri yerler, soyunma kabini olduğunu tahmin ettiğim yan yana dizili kilitli kapılar, duvara asılı televizyonu izleyen saçı sakalı birbirine karışmış, küçük elektrikli sobanın başında eski püskü masa başına oturmuş tipler ve dandik bir tuvalet önünden geçerek adeta korku filmi setinde dolanır gibi bir ortamda yürüyorsunuz. Az sonra karanlık köşelerden birinden Michael Jackson Thriller klibinden bir yaratık fırlayacak sanki!
Bununla birlikte bu izbe görünümle taban tabana zıt olacak şekilde bakıma alınan tekneler arasına park edilmiş Range Rover ve bir sonraki boşlukta park etmiş A4 yolun sonunda bir sürprizin olduğunun habercisi adeta..
Önüne kadar geldiğinizde dahi buranın restoran olduğunu anlayamayabilirsiniz, dikkat edin, öylesine sıradan ve salaş ki..Fakat merak etmeyin, orada bir restoran yer alıyor ve siz önüne geldiğinizde kapısı açılacak, garson Mahsun sizi içeri buyur edecektir. Mahsun buranın hem komisi, hem garsonu, hem şefi. İçerisi toplam 10 masalık bir alan, loş ışıklı, tam zula tabir edilen bir yer. Müşteri kitlesi genelde müdavimlerden oluşuyor. Bir de metresini alanlarla, kaçamak yapıp ortalarda görünmek istemeyenler doldurmuş dükkanı..
Balık ağları ve denizle ilgili aksesuarlarla donatılmış tavan ve duvarlardan dekorasyon yapılmış, basit sandalye ve masalar üzerinde kareli kumaş örtüler konmuş. Benim gibi salaş ortamlardan hoşlanan biri iseniz tam size göre. Sigara yasağı henüz buraya uğramamış, bütün gece sigara içen herkes gibi biz de purolarımızı tüttürdük geniş geniş..Merak etmeyin üstünüz başınız kokmuyor, şaşırtıcı bir şekilde mekanın içi de dumanaltı değil.
Yemeklere gelirsek, bu salaş yerden beklenmeyecek şekilde geniş bir meze ve zeytinyağlı seçeneği var; Kereviz, enginar, pırasa, taze fasulye hazırda, beyaz peynir zaten default geliyor :) Ayrıca cevizli kereviz salatası, acılı ezme, sarımsaklı havuç ve yoğurt karışımı, yoğurtlu semizotu, pancar ve salata çeşitleri. Son derece yeterli bu çeşitleme. Zaten böyle bir yerde rakının yanına insan başka ne arar ki? Ara sıcak olarak kalamar ızgara ve güveçte karides, ardından da balıklar. Balık o gün ne alındıysa o, sorun Mahsun size sayacaktır. Ekmek tam ortada bulunan soba üzerinde kızarıp geliyor.
Biz ortaya 5 çeşit zeytinyağlı ve meze ile roka salatası söyledik, ardından kalamar ve güveçte karidesle devam ettik, sonra da ortaya barbun istedik. Bir ufak rakıyı boğduk, meyve ve güveçte helva ile kapanışı yaptık. Sonra da bir güzel puroları yakıp türk kahvesiyle keyif yaptık. Fiyat olarak bu salaşlıktan beklenecek kadar ucuz değil, mutlaka aynı fiyata ortalama bir restoranda aynı şeyleri yiyebilirdik. Bununla birlikte yeni bir yer keşfetmiş olmanın verdiği haz üstüne ortamın salaş ve sanki başka boyuta geçmiş hissi yaratması sebebiyle ben şahsen çok keyif aldım. Beni buraya getiren arkadaşım havaların ısınmasıyla birlikte dışarıya masaların atıldığını ve akşamüstü bu masalara oturup rakı içmenin çok daha fazla keyifli olduğunu söyledi, yaz gelsin onu da deneyeceğiz..
Mekanı Mahsun ile birlikte kapattık desem yalan olmaz, adam bizi bekledi resmen! Çıkışta soğuk havayı suratımıza yiyince şöyle bir titreyip kendimize geldik. Şiddetle tavsiye ederim, mekanın sıcaklığı sizi sarıyor. Gitmeden mutlaka Mahsun' u arayıp rezervasyon yaptırın, zira 10 tane masanın tam da yemek saatleri sırasında boş olması uzak bir ihtimal. Biz şansımızı deneyelim dedik ama nafile, masa boşalması için yolun başındaki lokalde 20 dk. tavla oynamak zorunda kaldık..
Mekanın bir ismi yok, çekek yerindeki balıkçı diyebiliriz, rezervasyon için Mahsun cep: 0536 526 61 55

8 Mart 2010 Pazartesi

Dönerci Şahin Usta


Uzun zamandır semt lezzetlerinden bahsetmiyordum. Giderayak burayı yazmış olayım, çünkü tadı damağımda kaldı; Bilenler, yazacak burayı mı buldun diyenler de olacaktır mutlaka ama yine de es geçemeyeceğim. Nuruosmaniye' de bulunan Dönerci Şahin Usta son zamanlarda yediğim en lezzetli döneri satıyor. Tırnak pide denilen sıcacık kebapçı pidelerinin içine yerleştirdiği leziz döneriyle bu çevrede 1969 yılından beri bir fenomen olmuş durumda. Yaklaşık 3 metre derinlik, 1.5 metre eni olan hap kadar dükanın içinde bir dönerci ustası, bir kasacı, bir de sipariş alıcı amca yer alıyor. Oturacak yer hak getire, içeri girdiğinizde hareket edecek yer yok. Önünde durup siparişinizi veriyorsunuz, döner dışında bir alternatif bulunmuyor zaten. Siz sadece pide mi çeyrek mi, yarım mı ona karar verin, içine konacak dönerin bir mi, bir buçuk mu, duble mi olacağını seçin, soğan ve domates eklenip eklenmeyeceğini düşünürken zaten siparişiniz hazırlanmış oluyor bile! Yanında harika bir açık ayranla nefis döneri mideye indirin.
Dediklerine göre öğlen 12 de geldiğinizde ciddi bir sırayı beklemeyi göze almak gerekiyormuş, 3 gibi de döner bitermiş. Ben öğlen 2 civarında gittim, sıra beklemedim, ama çok sık gelip giden oldu ve döner yeni takılmış haline göre yarı yarıya inceydi.
Yolu Nuruosmaniye tarafına düşecek olanlar mutlaka denemeli, pişman olmazsınız, arkadaşlarınıza tavsiye edecek bir dönerciniz olur. Kapalıçarşı Nuruosmaniye kapısının önünden sağa dönün, yolu bitirin, sağ döner dönmez sol tarafta bu minicik dükkanı zaten göreceksiniz. Kapalıçarşı' yı bilenler için Kılıççılar Kapısı' nın olduğu yerden sağa dönünce solda da diyebiliriz. Afiyet olsun :)
Açık adres: Nuruosmaniye Kılıççılar Sokak No:7 Tel: 0212 526 52 97

4 Mart 2010 Perşembe

A46 Partisi

Farzedin ki Alem, OK!, Şamdan benzeri bir dergi okuyorsunuz, ortam öyle ki kafanızı nereye çevirseniz etrafta görünen tipler bu dergilerde sürekli rastlanan kişiler. Geçtiğimiz Cuma akşamı düzenlenen A46 nın 10. kuruluş yıldönümü partisinden bahsediyorum. Bilmeyenler için hatırlatma yapalım, A46 bir firma ve 3 ortaktan oluşuyor; Tuvana Büyükçınar, eşi Selim Demir ve Arda Can. Butiklerinde 15 TL maliyeti olan üzeri taşlı atletleri 250 TL ye sosyetik ekibe satıyorlar, zavallılar indirimde 110 TL ye aldık diye seviniyor! Ayrıca davet ve düğün organizasyonu yapıyorlar, bunun yanında Tuvanam markasıyla çıkan bir de bayan giyim koleksiyonları bulunuyor.
Tesadüfi bir şekilde bir arkadaşımızın vasıtasıyla haberimiz oldu ve sağolsun hemen davetli listesine isimlerimizi de yazdırdı. Biz önceden haberli olduğumuzdan yanımızda parti için yedek kıyafet getirmiştik, çantamızdan kıyafetleri çıkarmaya başladığımızda yanımızdaki arkadaşların yüzünü görmeliydiniz!! Resmen afalladılar ve şok oldular :)
Arkadaşlarımızı şaşkın bakışlarıyla başbaşa bırakarak üstümüzü değiştirdikten sonra Esma Sultan Yalısı' na yollandık. Tam girişte siyah bir A8 yanaştı ve içinden Batu Aksoy-Neslişah indi, flaşlar patlamaya başladı, Allah dedim nereye geldik. Düşündüm de hayat boyu fotoğraf makineleriyle yaşamak zor olsa gerek, ünlü olmak pek de imrenilesi bir durum değil gibi..Siyah giyimli adamları geçip, ki bodyguard lar oluyor kendileri, içeriye girdiğimizde davetli listesiyle girilen her partide yaşanan problemler yine başroldeydi; davetli listesinde adı olmayanlar içeri girme peşinde, sorumlu arkadaşlar iş büyümeden nasıl temizce başımızdan savarız diye baymış halde laf anlatmaya çalışıyorlar. Anladığımı kadarıyla bu davetli listesi işinde çok da esnek değiller çünkü gerçekten de almadıkları ve geri döndürülenler oldu. Hatta gençler listeden isimlere bakarken benim ismimi bulup arkadaşımın ismini aramaya başladığında "inşallah listede isminiz vardır" sözcükleri ağzından döküldü, potansiyel bir tartışma başlaması olasılığını ortadan kaldırmak istercesine..Ben şaşkınlıkla "ne yani benim ismim var ve yanımdaki arkadaşın ismi yok, içeri almayacakmısınız?" diye dalga geçer gibi sordum ama gayet üzgün ve ciddi bir şekilde "malesef alamayacağız" cevabı geldi. İşin şakası yok yahu!
Neyse ki hepimizin ismini listede bulduk da sorunsuzca içeri girdik. Merdivenden yukarı çıktığınızda büyük bir pano önünde duran bacak boyu benim boyuma yakın hostes arkadaşlar hoşgeldiniz beş gittiniz faslına başlıyor. Yanlarından içeri geçip etrafa bakınmaya başladık. En başta söylediğimin eksiği var fazlası yok, kimi ararsanız burada. Piştiler üst üste patlıyor!
Sergen ve yancıları yan locada oturmakta, bu adamlar ben kendimi bildim bileli her yerde karşıma çıkarlar; Gökhan İleri, Cenk Kangöz, Murat Cevahir ve Sergen. Tabi ki yanlarında sürekli değişen kızlar grubuyla..Sergen' in yeni sevgilisi ise Önder Bekensır' ın ex' i kızımız Irmak Atuk. Tabi aynen pişti patlıyor, mekana Önder ve yeni eşi Demet Akalın geliyor, yanlarında sosyetik güzelimiz Selim İmer..Şaşırmamak lazım, A46 dan Tuvana Büyükçınar Demet Akalın' ın gelinliğini hazırlamıştı. Ardından Demet Akalın' ın ex' i Emir Tamer yanında nişanlısıyla giriş yapıyor, alın size bir pişti daha patladı :) Bu arada Selim İmer gerçekte son derece kısa boyluymuş, bir karış topukluya rağmen o boydaysa..Ebru Akel Abdullah Oğuz' la geliyor, hemen arkasından ex' i Can Ateş sevgilisi Selin Ortaç ile giriş yapıyor, buyrun size bir pişti daha :)
Irmak Ünal sevgilisine bir köşede strip dansı yaparken Ralf Tezman ve Selin Kardıçalı giriyor. Ardından Venge Restoran veliahtı İzzet Antebi ve eşi Didem Sarı kalabalıktaki yerini alıyor. Hemen önümüzde yeni nesil hızlılardan Sinan Çetin' in oğlu Rüzgar arkadaşlarıyla takılmacada. Naz Elmas bir tarafta, eski mankenlerden Ömer Seval ve Berke Hürcan' da burada. Neyse bu kadar paparrazzilik yeter değil mi :)
Dekorasyon gerçekten son derece başarılı olmuş, tepede Al Pacino' nın efsanevi filmi Scarface' ten sahneler anımsatan üzeri ışıklı yazılı disko topu, ışıltılar, şıkırtılar, müzik sadece yabancı olmasına rağmen bana çok hitap ediyor, güzel seçimler yapmış dj.
O kalabalıkta karşı tarafımdaki barın önünde karmakarışık saçlı, kara sarı tenli, yabancı olduğu belli kamilin teki abartılı hareketlerle etrafındakilerle şakalaşıyor, içkileri arka arkaya yuvarlıyor, bende içimden ne tipler var diye söyleniyorum. Bu kamil birden bire nerden çıktığı belli olmayan bir mikrofonu aldı ve hoşgeldiniz İstanbul hazır mıyız benzeri laflar etmeye başladı. Ne oluyoruz yahu demeye kalmadan sahne ışıkları yandı, kamil efendi geçti baterinin başına müzik eşliğinde güzel güzel çalmaya başladı!Ben aynen şok tabi..
Yanımdaki arkadaşlarımdan biri uyardı, meğerse bu kamil Ravi Drums isimli çok meşhur bir performans dj imiş, dünyanın her yerinde sanatını! icra edermiş. Ama hakkını vermek lazım, adam iyi bateri çalıyor. Hatta kendileri Slumdog Millionare filminin müziklerine bile katkıda bulunmuş..
A46 partiye çok iyi hazırlanmış, servis hiç bitmedi, sürekli atıştırmalıklar, içkiler, ara sıcaklar, shot' lar, çikolatalar, frozen' lar geldi de geldi. Çok geç olmadan ufaktan kaçalım dedik ama yanımızdaki arkadaşlar mazotu aldığından gece onlara yetmedi, biz ayrıldık onlar devam etti. Ertesi gün nasıl geçti diye konuşuyoruz, gittikleri yerde millet parendeler mi atmamış, taklalar mı istersiniz, amaaannnn sabahlar olmasın!!
A46 partisinden parendeye değişik olmuş, denemek lazım bir ara, gerçi ben pek beceremem ama takla olabilir, sıcak geldi :)

27 Şubat 2010 Cumartesi

Mutfak Sanatları Akademisi

Normal şartlarda gel bakalım kardeşim geç şuraya, yemek yapacağız. Al şu malzemeleri, şefi takip et, ne derse yapacaksın, sonra da yaptığın yemeği yiyeceksin deseler, ne işim olur bırak yaa derdim ama sağolsun birlikte gidilecek ekip son derece renkli olduğundan hiç düşünmeden kabul ettim.
Muhtemelen duymuşsunuzdur, Mutfak Sanatları Akademisi isimli bir yer var ve Vestel, Maslak' ta bulunan Baby Giz Plaza' nın arka tarafında 16 çiftin aynı anda yemek yapabileceği bir mutfak kurmuş. Ayrıca bir de şarap kavı yer alıyor. Şefin liderliğinde buraya doluşuyorsunuz ve o günkü menüde ne varsa şefin önderliğinde ve şarap eşliğinde işe girişiyorsunuz. Bizim "hacıcım" burayla ilgilenen arkadaşımıza açmış telefonu, bu Cuma geliyoruz, ona göre ayarla orayı bize demiş, sonrada ekibi toparlamış, bizi de davet etti. Bizde atladık gittik. Resimde de gördüğünüz üzere insanın evinde olmasını isteyeceği türden bir düzen var. Oldukça modern tasarlanmış ortam, ortası boş bir koridor var, burada şef yürüyerek çiftleri denetliyor, aynı zamanda yapılacak yemeklerin malzemelerini dağıtan yardımcıları koşturmaca halinde. Hem de içecek siparişlerinizi alıyorlar. İkişerli çiftlerin yanyana çalışabileceği uzun bir tezgah, arka tarafında ocağı, evyesi, aspiratörü, elektrikli minik ev aletleri, zeytinyağı, tuz, karabiber, el sabunu gibi hayati mutfak ihtiyaçları ile mini bir buzdolabı, çatal-kaşık-bıçak, kepçe, tencere-tava, bıçak setleri vs aklınıza ne geliyorsa mevcut. Ayrıca her bir tezgahın üst tarafında birer LCD monitör bulunuyor, şefin bulunduğu yere dönük olan bir kamera yardımıyla ekranda şefin nasıl yaptığını izleyerek eğer becerebilirseniz siz de yemek yapmaya çalışıyorsunuz!
Şef içeri girdi biraz ortamı, biraz da kendini tanıttı, şaşırdım kaldım. Sokakta görseniz gencecik çocuk, öğrenci herhalde dersiniz, adam maçı bitirmiş çoktan. Dünya ülkeleri arasında yarışmalarda dereceler, fuarlarda şovlar şunlar bunlar..
Bizim şansımıza o akşamki menü Meksika mutfağı ağırlıklıydı. Önce siyah fasulyeli Meksika çorbası, ardından jumbo karides ızgara, tavuklu tortilla ve pul biberli mousse.
Önce tatlıya, mousse yapımına başladık ki bitirip derin dondurucuya atıp tüm yemekler bittikten sonra yensin. Sistem şöyle, şefin yardımcısı arkadaşlar malzemeleri teker teker dağıtıyorlar, sonra şef başlıyor ilk malzemeden, sonuna dek size direktifler vererek yapılacak yemeği tamamlatıyor, aynı anda kendi de yapıyor tabi. Haliyle biz ilk aksiyonda anında golü yedik, herşey yolunda giderken yan tarafta "hacıcım" ve partneri "sunroof" yumurta sarısına akını karıştırtıverdi. Bize de bunu dökün dökün diye laf atınca biz de onlar gibi yaptık. Halbuki izlesene ekrandan şef ne yapıyor değil mi :) Yok aynen kendi başımıza devam ettik, herkesin tatlı derin dondurucuya boza kıvamında girerken, bizimki meyve suyu akıcılığını yakaladı!! Acemiliğe verip çorbaya geçtik..
Çorbada genel olarak durum fena değildi, yalnız suyu çok fazla ekletti şef, 1.25 lt su yerine yarısı yeterdi bana göre, fazlasıyla sulu bir çorba oldu, lezzet idare eder..
Karides en güzeliydi bana göre, tereyağlı ve sarımsaklı jumbo karidesler adeta rahvan gitti. Elimize sağlık maşallah!
Son sıradaki tavuklu tortilla, soğan bana fazla geldi, aslında yarısından daha az soğan koymak lazım, tabi damak zevki kişiye göre değişir..
Şef adı üstünde bir makine düzeninde takır takır işini yapıyor. Siz ise iki kişi adama yetişmeye çalışırken bir taraftan da ekranda nasıl yaptığına bakmaya çalışıyorsunuz. İnsan gıpta ediyor, adam o kadar usta ki, sanki yolda yürür gibi rahat yemek yapıyor, espriler havada uçuşuyor, etrafa laf atıyor, arada yaptığı işi bırakıp sizin yaptıklarınıza göz atıyor. Çiftler ise şarapı çekip çekip yemek yapma telaşında.
Vakit geçtikte ekipler kafayı bulduğundan oldukça eğlenceli bir ortama dönüyor iş. Özellikle ekipler birbirini tanıyan arkadaşlar olursa, eğlencenin dozu artar aklınızda olsun. 2 kaşık yağ anonsuna tavayı yarım litre yağ ile dolduranlar mı istersiniz, çığlık çığlığa kahkahalardan şefin yemeği durdurmasını mı, malzeme arttırıp bu ne işe yarıyor acaba kaldı diye soranlar mı, vok tavada tavukları ızgara yaparken havaya atıp duran şefe özenip ocağın üstünü tavuklarla dolduranlar mı, bizim gibi malzeme sırasını karıştırıp mantara bağlayanlar mı, malzemeleri yerlere saçanlar mı of diyorum fena fena :)
Bir kere daha gidermisin derseniz, gerçekten işim olmaz derim! Ama en güzel model şu olur, şefin yanına çöreklenip, şarabınızı yudumlarken etrafa laf atıp, makarayı sarıp, şefin yaptığı yemekleri mideye indirmek, işte o gerçekten uyar bana :)

11 Şubat 2010 Perşembe

Sevgililer Günü


Birkaç gün sonra 14 Şubat. Sevgililer, sevgili olma yolunda ilerleyenler, evliler, aşk böcekleri harıl harıl ne hediye alsam, günü nasıl daha özel hale getirsem diye kafa yoruyorlar. Her taraf kırmızı kalpler ile kaplanmış durumda. Başlı başına bir sektör olmuş bu gün. Bir başka taraf ise bu günün Kapitalist düzen tarafından tamamen insanlara para harcatmak amacıyla yaratıldığını savunarak Sevgililer Günü' nü reddediyor. Haklı oldukları taraflar da yok değil, gündüz çiçek gönder, akşam yemeğe çıkar, bir de üzerine hediye ver, bütçede kabaca asgari ücret büyüklüğünde bir miktar boşluk oluşturmaya yeter de artar bile..Hele ki Ocak ortasında doğmuş bir sevgiliniz varsa bittiğinizin resmidir. Yılbaşı sebebiyle gezme tozma ve hediye, doğum günü sebebiyle gezme tozma ve hediye, üstüne bir de Sevgililer Günü, haydi size geçmiş olsun!
Hanımlar hemen kızmasın, tamamen tarafların görüşlerini aktarıyoruz, lütfen sakin :)
Her 14 Şubat' ta Hıncal Uluç köşesinde artık klasik olmuş yazısını koyar ve eğer yanlış hatırlamıyorsam Türkiye' de Sevgililer Günü' nü başlatan da odur. Merak edip bu 14 Şubat işi dünyada nasıl çıkmış diyerek biraz nette gezindim, ulaştığım bilgilere göre Eski Roma' ya kadar uzanan bir geçmişi var. Uzun uzun Meydan Larousse modeli tüm hikayeyi anlatmayayım şimdi, kabaca özetlemek gerekirse Eski Roma' da tüm tanrı ve tanrıçaların kraliçesi olduğuna inanılan Juno' ya duyulan saygıdan ötürü 14 Şubat tatil olurmuş. Bir sonraki gün ise Lupercalia denen bayram başlarmış. Buna göre katı kurallar yüzünden bir araya gelemeyen kızlar ve erkekler bu bayram sebebiyle kura çekerek partner olma şansını yakalarmış, birlikte olan çiftler de genellikle evlenirlermiş. Katı kuralcı Roma Hükümdarı savaşlarda çarpışacak asker bulamamasının sebebini evlenen erkeklerin askere gitmek istememesinin olduğunu düşündüğünden evlilik işini yasaklamış. Bunun üzerine Aziz Valentine isimli papaz yasağa rağmen çiftleri gizlice evlendirmeye başlamış. Kral bunu duyunca papazı cezalandırıp sopa ile dövdürerek öldürtmüş. Bu olay sonrası 14 Şubat Aziz Valentine isimli papaza saygı günü olarak kutlanmaya başlamış, zaman içerisinde değişime uğrayarak sevgililer gününe geçilmiş. Yastıklarda, çikolatalarda gördüğümüz St. Valentines Day işte bu papazın isminden geliyormuş.
Bu yararlı! bilgilerden sonra tekrar günümüze dönelim. Erkekler, sevgilinizle herhangi bir arıza yaşamak istemiyorsanız 1 tane bile olsa gül alıp sevgilinize vermeyi unutmayın. Dışarıda şatafatlı mekanlarda pahalı yemekler yemenize de gerek yok. Beraber vakit geçirmek önemli olan. Bu arada hemen söylemeliyim ki o gün bir restorana gidip etrafınıza baktığınızda karşılıklı oturmuş çiftleri görmek oldukça komik bir görüntü yaratıyor. Her yer kırmızı, her yerde kalpler, tamamı sevgililerden oluşan güruh ise kadeh tokuşturup, birbirlerine bakıp bakıp gülümsüyor falan :)
Size bir tavsiye, her sene THY Sevgililer Günü' ne özel olarak 9-14 Şubat tarihleri arasındaki uçuşlarda dünyanın her yerine ikinci kişiye 1 Euro ya bilet promosyonu yapıyor. Alın sevgilinizi, uçun vizesiz bir ülkeye, çiçek, böcek, yemek, hediye işlerine harcayacağınız parayı yeni bir ülke gezmeye harcayın. Pişman olmazsınız, bu iyiliğimi de unutmayın.
Hadi gene iyisiniz :)

7 Ocak 2010 Perşembe

Yeni Yıl



Her sene yıl sonuna doğru millet, yılbaşında ne yapıyoruz geyiklerine başlar. Özellikle de Aralık ayından itibaren bu iş tavana vurur. Gazetelerde çarşaf çarşaf ilanlar görülmeye başlar, İbo-Ebru Gündeş-Sibel Can-Gülben Ergen-Hülya Avşar ekibi Kıbrıs ve Antalya otellerinin ilanlarındaki yerlerini alır. Önceki jenerasyondan Demet Akalın-Serdar Ortaç-Kenan Doğulu-Bengü-Hande Yener tayfası da İstanbul, Ankara ve İzmir' in gece klüplerinin verdiği ilanlara doluşur.
Ben genel ağırlığın yaptığı gibi arkadaşlarla birimizin evinde toplaşıp yılbaşına girenler grubundanım. Geçmişte yurtdışında Taksim Meydanı benzeri bir meydanda, sarhoş kalabalık arasına kaynaşma dışında yapılabilecek ne varsa deneyip, hiçbirinden zevk almayıp en güzelin ev olduğunu anlamış durumdayım. Kaldı ki yurtdışında bu tür bir aktivite kuvvetle muhtemel bizim Taksim' den çok da farklı değildir diye düşünüyorum. Aynı kepaze kalabalık, aynı şarhoş tipler, aynı itiş kakış, aynı yankesicilik olayları..Ama haklarını yemeyelim, ışıklandırma ve havai fişek bizden iyi olabilir.
Yılbaşı işletmeler için yüksek kar edilecek, paranın gözüne vurulacak bir fırsat olarak görülür. Normalin 3 katı fazla fiyat çekilir, servis berbat olur, aşırı bir kalabalık ve normalde dışarı çıkmayıp sırf yılbaşında dışarıda olmak için para biriktiren apaçi tayfa zincirden boşalmış gibi buralara doluşur. İşte bu yüzden yılbaşı dışarıda kutlanmaması gereken bir gündür.
Özellikle 20 li yaşlarda yılbaşı son derece önemlidir. Mutlaka deli gibi eğlenilmeli, bütçenin izin verdiği olabilecek en üst seviyede kutlanılmalıdır. Eğer yanlış hatırlamıyorsam dışarıda ilk yılbaşını Hilton Otel' deki bir partiye giderek kutlamıştık. Gitmeye karar verdikten sonraki heyecanı anlatamam :) Şimdiki Convention Center' ın alt katındaki salonda yapılıyordu, giriş parasına sınırsız içki veriliyordu ve biz 9 gibi gittiğimizde sağda solda Şeltoks sıkılmış sinekler gibi sürünen tipleri gördüğümde şok olmuştum. Kardeşim kaçta geldiniz, ne zaman o kadar içki içtiniz, ne zaman yerlerde sürünecek hale geldiniz!! Tabi ki saçma sapan bir kalabalık, ipini koparanın gelmiş olması, köşedeki küçük masanın üzerine konan 2-3 ucuz içki ile biralar ve tek bir barmenden içki almaya çalışan 1500 kişi..Yanımızdaki arkadaşlardan birinin pantolonu yırtılmıştı, eve götürüp pantolonunu değiştirmesini beklemiştik, sonra da tekrar geri dönmüştük. Ne azim görüyorsunuz!!Gerçekten enteresan bir tecrübeydi benim için, bir daha denenmemesi gereken bir tecrübe.
Yine 90 lı yıllarda bir başka yılbaşı, eğer ismini yanlış hatırlamıyorsam Swissotel içerisinde Juliana' s adlı gece klübündeyiz. İçerisi hınca hınç dolu, müzik deli gibi yüksek, içki almak mümkün değil. Güya İstanbul' daki en düzgün yerlerden, ama halk otobüsündeki kalabalıktan beter durum. Zorlamanın anlamı yok, kendimizi dışarı atıyoruz, eve yollanıyoruz..
Yine o yıllarda bir başka yılbaşı gecesi, bu sefer bir arkadaşımızla ablasının sevgilisinin yelkenci arkadaşlarının partisine gitmiştik. Yine dışarıda, sahil yolu üzerinde bir gece kulübüydü sanırım. Çok komikti, kimseyi tanımıyoruz, hayatımda ismini duymadığım biri canlı müzik çalıyor, millet yine erkenden kelle olmuş, masaların üzerinde göbek atıyor..
Asıl şu hikayemi hiç unutamam; Çok yakın bir arkadaşımla dışarı çıkacağız, yine Anadolu yakasında ismini hatırlamadığım bir bara gidilecek. Fakat yaş küçük malum, önce ailece yemek yenecek. Annesi ve babası kendi annem babam kadar yakın ve sevdiğim insanlardır, hep beraber teyzesine gidiyoruz yemek için. Biz erkekler olarak masaya çöktük, eniştesi babası ve ben başladık rakıya. Adamlar akşamcı, biz daha toy bir delikanlı, fakat bilmiyorlar ki bu insan evladı kamyonla rakı içiyor..Kötü de bir huyum var, hadi camiyemi geldik diyerek 5 dakikada bir kadeh kaldırıyorum. Hep beraber kadehler arka arkaya yuvarlanıyor. 2 saat geçti geçmedi, enişte ben bir tuvalete kalkıyorum dedi, baba da ben şuraya uzanayım da tv izleyeyim dedi, geçti kanepeye. Biz müsade isteyip kalktığımızda çoktan uykuya dalmışlardı ve yılbaşına uykuda girdiler..Hala daha bir araya geldiğimizde bu hikaye anlatılır :) Devamındaki gecede gittiğimiz yerde 9 (yazıyla dokuz) duble viskiyi arka arkaya yuvarlayınca, garson gelip isterseniz size şişeyi getirip bırakayım demişti. Ben de yüzsüzce "evet ikimiz içinde rahat olur, getir istersen" demiştim..
Bu kadar atıp tuttun, şimdi övecek misin dışarıda kutlamayı demeyin sakın ama, ilk kez olması dolayısıyla apaçilerin akın etmeyi düşünemediği Nişantaşı' ndaki ilk yılbaşı kutlaması ise bana göre hiç de fena değildi. Bir arkadaşımla erken sayılabilecek bir saatte gitmiştik ve yılbaşını geçirdikten sonra ayrılmıştık, o ambiyans yeniden yakalanamaz zannetmiyorum, o yüzden siz yine ev partisinden şaşmayın. Özellikle tam Abdi İpekçi nin ortasındaki dört yol ağzında toplaşan ekip ve Beymen Brasseri' de yer alan tipler dışarıda yılbaşı kutlamasından beklenmeyecek kadar düzgündü, hatta magazin dergilerinde kimi görüyorsanız çoğu oradaydı diyebilirim. Kalabalığı oluşturanlar son derece düzgün, taşkınlık yapmadan durmayı bilen, rezalet çıkarmadan efendi gibi takılmayı başaranlardandı. Ama dediğim gibi istisnalar kaideyi bozmaz..
Eskilerden She, Cımbız, Şaziye, Cities, Tropicana, Fly Inn, Etiler Pasha ve ismini hatırlayamadığım daha bir sürü gece klübü, yılbaşı gecelerindeki kötü tecrübelerin yaşanmasında emeği geçen herkese teşekkürler :)
Siz siz olun efendi gibi dostlarınızla toplanın birinizin evinde, yemeklerinizi yiyip, içkilerinizi yudumlayın, kendi müziğinizi kendiniz yapıp istediğiniz gibi takılın. Bu arada tam gece yarısı şu Victoria' s Secret gösterisini sakın kaçırmayın derim. O defiledekiler insan mı yoksa bilgisayar oyunu karakteri mi? Bir insan evladı o kadar güzel olur mu diyeceğim ama bir tane de yok ki kardeşim, hangi birini sayayım :):):)
Tam 12 de gelen standart sms lerden biriyle veda edelim; Yeni yıl hepinize sağlık, mutluluk, huzur ve bol para getirsin, bütün dilekleriniz gerçekleşsin inşallah. Amin.